Hiç şüphesiz ki kulluğun özü ve mesut neticesi güzel ahlâktır. Sevgili Peygamberimiz: "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurarak nübüvvetin de gayesinin güzel ahlâk olduğunu ifade etmiştir. Halbuki Peygamberin asıl gayesinin kâmil anlamda kulluğu gerçekleştirmek olduğunu biliyoruz. O halde güzel ahlâk İslâm'ın en güzel meyvesidir ve Mevlâna Hazretlerinin de asıl sermayesidir. Mevlâna'nın hoşgörüsü, insanlara muhabbetle davranması, sabır, şükür, tevekkül, hilm gibi sıfatları, tevazuu dillere destandır. O halde İslâm'daki güzel ahlâkın yeri, prensipleri ve temel esasları, meyvaları, Mevlâna'nın İslâm gerçeği ile buluştuğu ayrı bir temel sahadır. Mevlâna'nın İslâm'la nasıl bütünleştiğini daha iyi anlamak için İslâm ahlâkının temel esaslarını vurgulamaya çalışalım:
İslam ahlakının bazı temel karakteristikleri
* Allah'a iman ve ibadet
Allah'a iman ve kulluk, üstün ahlâkın temelidir. İman olmadan ahlâkın olması da mümkün değildir. İmanı muhfaza eden de ibadettir.
Şu muazzam kâinatın en küçük zerresinden en büyük kürresine kadar bütün varlıklar, bir ahenk ve bir nizam içinde bulunmaktadırlar. İnsanın varlığı ise, bu muazzam kâinat içinde apayrı bir kâinattır. Âlemin varlığının, insanın düşünmesi, hissetmesi, konuşması; murakabe, muhakeme ve muhasebe etmesinin, yemesi, içmesi, organları ve organizmasının bir düzen, bir nizam içinde olduğu da muhakkaktır. İnsanın ve kâinatın bir nizam ve bir düzen içinde olması, muhakkak ki bir tesadüfün eseri de değildir. Varlıkları ve olayları, sonu olan sonlular meydana getiremezler.
Yani demek istiyoruz ki, bu kâinattaki nizam ve intizam, insanda mevcut olan akıl ve irade, hisler ve düşünme, hayal etme, korkma, ürkme, hayâ etme, gülme ve güldürme... vs. kısaca herşey, onun dışında bütün bunlara sahip bir kuvvetin, bir kudretin ve iradenin eseridir. Aksi takdirde, kâinatın ve insanın, Halik'ın bizzat kendisi olduğunu düşünmemiz gerekecektir ki, bu mümkün değildir. Çünkü, kâinat ve insan fâni varlıklardır. Bu yaratıcı, tabiatın kendisi de olamaz. Çünkü tabiat hissetmez, düşünmez; iradesiz, görmesi ve işitmesi olmayan bir varlıktır; nasıl olur da göreni, işiteni, düşüneni, iradesi olan, vücuda getirebilir? Bu yaratıcı, insan da olamaz. Eğer insanın yaratmaya gücü yetseydi, herşeyden evvel kendi ölümsüz olurdu veya kendini ölümsüz yaratırdı. Onun isteği de ölümsüzlük değil midir? Netice olarak deriz ki; kâinatı ve içindekileri yoktan var eden, kudret ve kuvvet sahibi Hakim-i Mutlak olan Cenab-ı Hakk'ın kendisidir.
Allah'ı kabul ettikten sonra, gerçek kul olmak, ibadetle mümkündür. İbadet, Allah'a şükürdür ve kulun vazifesidir. Allah, insan ve cinleri kendini tanımaları, bilmeleri ve ibadet etmeleri için yaratmıştır. Nitekim; Kur'ân-ı Kerim'de "Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." buyurmaktadır. İman ve ibadet, sosyal hayatın da denge unsurudur. Allah'ın, kendisini kontrol ve murakabe ettiğine ve mutlaka hesaba çekeceğine inanan kimsenin kötü olmasına ve kötülük yapmasına imkân yoktur.