Dün, laikliğin doğduğu ve en iyi uygulandığı yer olan batı dünyasında, kilisenin ve devletin din eğitimi konusunda tam bir uyum içinde olduklarını ifade etmiştik.
Yalnız din eğitiminde değil, sosyal hayatın pek çok sahasında kilisenin etkin ve tartışılmaz bir rolü vardır. Almanya'da önemli bayram günlerinde kiliseler dolup, taşar. Radyo ve televizyonlardan naklen ayinler yapılır. Gençler kiliselerin gençlik örgütlerinde gruplaşmış vaziyettedir. Bir çok sosyal kurum (huzurevleri, kadın dernekleri, hastaneler, bakımevleri) kiliseler tarafından işletilir. Hastane odalarına haç asılması, papazların hastaların odalarını dolaşarak moral vermesi, adliye odalarında hakimin arkasına haç asılması, kilisenin hassasiyetle yürüttüğü faaliyetlerdir. Bu faaliyetler devlet tarafından da desteklenir.
Bu misallerden, batının diniyle, örfüyle, adetiyle, geleneğiyle, milli ve manevi değerleriyle barışık bir toplum olduğunu görüyoruz. Batı dünyası ait olduğu dünyayı ve sahip olduğu kimliği biliyor. Batıda -bizde olduğu gibi- kendi değerleriyle ve maneviyatıyla ters düşen fertler görmek pek mümkün değildir.
Yine bu sebeple farklı bir dünyaya ve kültüre ait olduğu için Türkleri aralarına kabul etmiyorlar. Bu farklılığı her zaman ve zeminde vurgulamaktan da kaçınmıyorlar. Aralık 2000'de toplanan Nice Zirvesi'nde Avrupa Parlamentosu üyesi Fransız Loncle, Türkiye'nin Zirvede yer almasını şöyle değerlendiriyordu:
"Türkiye'nin Nice Zirvesi'ne katılması büyük bir ikiyüzlülüktür. Tarihi ve coğrafi nedenlerle biliyoruz ki Türkiye'nin Avrupa Konferansı'na katılması mümkün değildir." (Hürriyet 10-12-2000)
Batılılar açıkça, "siz bizden değilsiniz, bizim dünyamıza ait değilsiniz" diyorlar. Bunu anlamak istemeyen, maalesef bizi idare eden siyasi iradedir. Nice'te maruz kaldığımız bu hakaret aslında tarihi, kültürel, dini, coğrafi, ve siyasi bir hakikatin ifadesiydi. Bize açıkça "ait olduğunuz yeri bilin" denildi.
Bunu anlayabilmek için kendi değerleriyle, inancıyla, örfüyle, adetiyle, maneviyatıyla barışık ve en önemlisi "kimlik bunalımı"ndan uzak bir idare anlayışının hakim olması gerekir. Bugün yaşadığımız problemlerin, AB ve IMF kapılarında yapılan ağlamaların, "AB olmadan olmaz" zihniyetinin temel sebebi 'kimliksizlik" problemidir. Bu problem, Tanzimat'tan bu yana devam eden bir sürecin ürünüdür.
Bu hastalığın tedavisi, aklı hür, vicdanı hür, kendi değerleriyle, kendi insanıyla barışık, tam bağımsız nesiller yetiştirmektir.
Yalnız din eğitiminde değil, sosyal hayatın pek çok sahasında kilisenin etkin ve tartışılmaz bir rolü vardır. Almanya'da önemli bayram günlerinde kiliseler dolup, taşar. Radyo ve televizyonlardan naklen ayinler yapılır. Gençler kiliselerin gençlik örgütlerinde gruplaşmış vaziyettedir. Bir çok sosyal kurum (huzurevleri, kadın dernekleri, hastaneler, bakımevleri) kiliseler tarafından işletilir. Hastane odalarına haç asılması, papazların hastaların odalarını dolaşarak moral vermesi, adliye odalarında hakimin arkasına haç asılması, kilisenin hassasiyetle yürüttüğü faaliyetlerdir. Bu faaliyetler devlet tarafından da desteklenir.
Bu misallerden, batının diniyle, örfüyle, adetiyle, geleneğiyle, milli ve manevi değerleriyle barışık bir toplum olduğunu görüyoruz. Batı dünyası ait olduğu dünyayı ve sahip olduğu kimliği biliyor. Batıda -bizde olduğu gibi- kendi değerleriyle ve maneviyatıyla ters düşen fertler görmek pek mümkün değildir.
Yine bu sebeple farklı bir dünyaya ve kültüre ait olduğu için Türkleri aralarına kabul etmiyorlar. Bu farklılığı her zaman ve zeminde vurgulamaktan da kaçınmıyorlar. Aralık 2000'de toplanan Nice Zirvesi'nde Avrupa Parlamentosu üyesi Fransız Loncle, Türkiye'nin Zirvede yer almasını şöyle değerlendiriyordu:
"Türkiye'nin Nice Zirvesi'ne katılması büyük bir ikiyüzlülüktür. Tarihi ve coğrafi nedenlerle biliyoruz ki Türkiye'nin Avrupa Konferansı'na katılması mümkün değildir." (Hürriyet 10-12-2000)
Batılılar açıkça, "siz bizden değilsiniz, bizim dünyamıza ait değilsiniz" diyorlar. Bunu anlamak istemeyen, maalesef bizi idare eden siyasi iradedir. Nice'te maruz kaldığımız bu hakaret aslında tarihi, kültürel, dini, coğrafi, ve siyasi bir hakikatin ifadesiydi. Bize açıkça "ait olduğunuz yeri bilin" denildi.
Bunu anlayabilmek için kendi değerleriyle, inancıyla, örfüyle, adetiyle, maneviyatıyla barışık ve en önemlisi "kimlik bunalımı"ndan uzak bir idare anlayışının hakim olması gerekir. Bugün yaşadığımız problemlerin, AB ve IMF kapılarında yapılan ağlamaların, "AB olmadan olmaz" zihniyetinin temel sebebi 'kimliksizlik" problemidir. Bu problem, Tanzimat'tan bu yana devam eden bir sürecin ürünüdür.
Bu hastalığın tedavisi, aklı hür, vicdanı hür, kendi değerleriyle, kendi insanıyla barışık, tam bağımsız nesiller yetiştirmektir.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Ahmet Hamza Baş / diğer yazıları
- Gazze'de yaşananlar ve Filistin meselesinin iç yüzü (2) / 25.07.2014
- Gazze'de yaşananlar ve Filistin meselesinin iç yüzü / 24.07.2014
- Aydınların zafiyeti / 13.02.2014
- İdareci kadroları seçerken / 25.12.2013
- Mevlana'yı anlamak / 20.12.2013
- Kim bir zalime yardım ederse / 17.12.2013
- Fransa'nın gerçeği / 26.12.2011
- Kapanmayan yara; Kerbela / 06.12.2011
- Ilımlı İslam deyince / 03.12.2011
- Vicdani red konusuna farklı bir bakış / 01.12.2011
- Gazze'de yaşananlar ve Filistin meselesinin iç yüzü / 24.07.2014
- Aydınların zafiyeti / 13.02.2014
- İdareci kadroları seçerken / 25.12.2013
- Mevlana'yı anlamak / 20.12.2013
- Kim bir zalime yardım ederse / 17.12.2013
- Fransa'nın gerçeği / 26.12.2011
- Kapanmayan yara; Kerbela / 06.12.2011
- Ilımlı İslam deyince / 03.12.2011
- Vicdani red konusuna farklı bir bakış / 01.12.2011