Özgül AYDIN
İnsanlık tarihi boyunca beşeriyet mahsulü olarak ortaya çıkan bütün doktrin ve sistemler "insan"ı esas almış olmalarına rağmen, pratikte insan gerçeğinin çok dışında kalmışlar ve eşyaya hükmetmek durumunda olan insanı ona mahkûm hale getirmişlerdir. Bunun neticesi olarak madde adeta kutsanmış ve insan itaat ve hizmetini gerektiren bir put halini almıştır. İslam maddeyi değil, bu anlayışı reddetmektedir.
Peki İslam'ın maddeye bakışı nasıldır?
Bu sorunun cevabını ilk olarak insanın halifetullah olmasında aramak gerekir. Şöyle ki; alemlerin Rabb'i olan Allah bu sıfatının tecellisiyle alemi bir düzene sokmuştur. Kainatta hiçbir zerre başıboş değildir, her şey Rabb sıfatının gereği olarak bir nizama dahildir. Hâl böyleyken Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan yani yeryüzüne O'nun adına hükmeden inananların alemi boşvermesi, ona lakayt kalması sözkonusu bile değildir. Zira İslam, nefsini aradan çıkararak Allah'ta fena olmuş insanın, Allah adına arzı işlemesini emretmektedir. Ve hatta denilebilir ki bu mükellefiyet aynı zamanda sadece ona ait bir haktır.
Kainattaki zıtlık kuralı şüphesiz madde için de geçerlidir. Ve madde bir yandan insanın kulluğunu yerine getirmesi için büyük bir nimet iken, öte taraftan onu yolundan alıkoyan bir fitne unsuru olmaya da müsaittir. Bu yüzden onu bu gerçekliği içinde tanımak gerekir.
Madde insanın hizmetine sunulmuş bir nimettir çünkü; insan zekat vermek, hacca gitmek gibi farizaları yerine getirerek İslam'ı kemal mertebesinde yaşamak için ona muhtaçtır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, kişinin nefsi adına değil, kendisinin de bir yapıtaşı olduğu İslam binası adına servet edinme mecburiyetidir. Bu niyet ile edinilen ve bu doğrultuda harcanılan sevret ebedî saadetin sermayesi olacaktır: "Mallarını Allah yolunda verip de sonra verdiklerinin ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin Rabb'leri katında ödülleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara: 262). "Mallarını gece gündüz, gizli ve açık Allah yolunda verenlerin ödülü Rabb'leri yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara: 274).
Nefis adına edinilen ve Allah için harcanmayan servetin nasıl helake sebep olduğu ise yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır: "Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azabı müjdele. O gün Cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılıp, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. 'İşte nefisleriniz için yığdıklarınız! Yığdıklarınızı tadın!' denilir" (Tevbe: 34-35).
Tasavvvufn önde gelen isimlerinden İmam-ı Rabbanî Hazretleri bu çift yönlülüğü ile İslamiyet'in maddeye bakışını ortaya koymak üzere Tâhâ sûresinde geçen şu ayetleri bakın nasıl tefsir etmiştir: "Sağ elindeki nedir ey Musa? Musa dedi ki: O âsâmdır, ona dayanıyorum. Allah buyurdu: Onu yere at ey Musa! Musa attı bir de ne görsün, o koşan kocaman bir yılan! Allah, al onu, dedi, korkma, Biz onu yine ilk durumuna sokacağız" (Taha: 17-21).
"Allah Musa'nın elindekinin ne olduğunu elbette ki biliyordu. Bu soruyu sormakta başka bir maksadı vardı. Hz. Musa elindekinin asası olduğunu ve ona dayandığını söyleyince, onu atmasını emretti ve Musa onu atar atmaz koca bir yılan oldu. Allah'tan başka neye dayanırsan o sana düşmandır. Sen ona hakimken gerçek yüzünü göremezsin ama o fırsatını bulduğu anda sana olan düşmanlığını yapar. Bu şekilde tanıdıktan sonra ona sahip olmada bir mahsur yoktur. Nitekim Allah, asasının yılan olduğunu gördükten sonra Musa'ya 'Onu al, korkma' dedi."
Bu hakikati, bazı tasavvuf büyükleri de bir başka misalle anlatmaya çalışmışlardır. Şöyle ki, sihirbazlar neresinden tutmaları gerektiğini çok iyi öğrendikleri yılanlarla türlü çeşitli gösteriler yaparlar. Halbuki yılanı hiç tanımayan bir çocuk aynı şeyleri yapmaya kalksa yılan onu öldürür. Aynı bunun gibi maddeye hükmetmesini bilenler için o bir tehlike değildir. Ama insan onu tanımadığı halde yukarıdaki misal gibi, sihirbaz nasıl tuttuysa ben de öyle tutarım mantığıyla cahilce bir cesaret göstermeye kalkarsa kendi kendini helak etmiş olur. Çünkü o maddeye söz geçiremez, madde ona hükmeder hale gelir.
İşte bugün insanlığın içinde bulunduğu durum aynen budur. Yakın geçmişte yaşamış bir Hak dostu olan Mustafa Hayri Öğüt bu insan-eşya münasebetini şöyle izah etmiştir: "Kalp bir gemiye, dünya sevgisi gemideki deliğe, servet de denize benzer. Gemi sağlamsa okyanuslara açılsa yine de zarar görmez. Yok eğer bir deliği varsa ufacık bir gölette bile batar, gider".
İnsanlık tarihi boyunca beşeriyet mahsulü olarak ortaya çıkan bütün doktrin ve sistemler "insan"ı esas almış olmalarına rağmen, pratikte insan gerçeğinin çok dışında kalmışlar ve eşyaya hükmetmek durumunda olan insanı ona mahkûm hale getirmişlerdir. Bunun neticesi olarak madde adeta kutsanmış ve insan itaat ve hizmetini gerektiren bir put halini almıştır. İslam maddeyi değil, bu anlayışı reddetmektedir.
Peki İslam'ın maddeye bakışı nasıldır?
Bu sorunun cevabını ilk olarak insanın halifetullah olmasında aramak gerekir. Şöyle ki; alemlerin Rabb'i olan Allah bu sıfatının tecellisiyle alemi bir düzene sokmuştur. Kainatta hiçbir zerre başıboş değildir, her şey Rabb sıfatının gereği olarak bir nizama dahildir. Hâl böyleyken Allah'ın yeryüzündeki halifesi olan yani yeryüzüne O'nun adına hükmeden inananların alemi boşvermesi, ona lakayt kalması sözkonusu bile değildir. Zira İslam, nefsini aradan çıkararak Allah'ta fena olmuş insanın, Allah adına arzı işlemesini emretmektedir. Ve hatta denilebilir ki bu mükellefiyet aynı zamanda sadece ona ait bir haktır.
Kainattaki zıtlık kuralı şüphesiz madde için de geçerlidir. Ve madde bir yandan insanın kulluğunu yerine getirmesi için büyük bir nimet iken, öte taraftan onu yolundan alıkoyan bir fitne unsuru olmaya da müsaittir. Bu yüzden onu bu gerçekliği içinde tanımak gerekir.
Madde insanın hizmetine sunulmuş bir nimettir çünkü; insan zekat vermek, hacca gitmek gibi farizaları yerine getirerek İslam'ı kemal mertebesinde yaşamak için ona muhtaçtır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, kişinin nefsi adına değil, kendisinin de bir yapıtaşı olduğu İslam binası adına servet edinme mecburiyetidir. Bu niyet ile edinilen ve bu doğrultuda harcanılan sevret ebedî saadetin sermayesi olacaktır: "Mallarını Allah yolunda verip de sonra verdiklerinin ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin Rabb'leri katında ödülleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara: 262). "Mallarını gece gündüz, gizli ve açık Allah yolunda verenlerin ödülü Rabb'leri yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara: 274).
Nefis adına edinilen ve Allah için harcanmayan servetin nasıl helake sebep olduğu ise yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır: "Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azabı müjdele. O gün Cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılıp, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. 'İşte nefisleriniz için yığdıklarınız! Yığdıklarınızı tadın!' denilir" (Tevbe: 34-35).
Tasavvvufn önde gelen isimlerinden İmam-ı Rabbanî Hazretleri bu çift yönlülüğü ile İslamiyet'in maddeye bakışını ortaya koymak üzere Tâhâ sûresinde geçen şu ayetleri bakın nasıl tefsir etmiştir: "Sağ elindeki nedir ey Musa? Musa dedi ki: O âsâmdır, ona dayanıyorum. Allah buyurdu: Onu yere at ey Musa! Musa attı bir de ne görsün, o koşan kocaman bir yılan! Allah, al onu, dedi, korkma, Biz onu yine ilk durumuna sokacağız" (Taha: 17-21).
"Allah Musa'nın elindekinin ne olduğunu elbette ki biliyordu. Bu soruyu sormakta başka bir maksadı vardı. Hz. Musa elindekinin asası olduğunu ve ona dayandığını söyleyince, onu atmasını emretti ve Musa onu atar atmaz koca bir yılan oldu. Allah'tan başka neye dayanırsan o sana düşmandır. Sen ona hakimken gerçek yüzünü göremezsin ama o fırsatını bulduğu anda sana olan düşmanlığını yapar. Bu şekilde tanıdıktan sonra ona sahip olmada bir mahsur yoktur. Nitekim Allah, asasının yılan olduğunu gördükten sonra Musa'ya 'Onu al, korkma' dedi."
Bu hakikati, bazı tasavvuf büyükleri de bir başka misalle anlatmaya çalışmışlardır. Şöyle ki, sihirbazlar neresinden tutmaları gerektiğini çok iyi öğrendikleri yılanlarla türlü çeşitli gösteriler yaparlar. Halbuki yılanı hiç tanımayan bir çocuk aynı şeyleri yapmaya kalksa yılan onu öldürür. Aynı bunun gibi maddeye hükmetmesini bilenler için o bir tehlike değildir. Ama insan onu tanımadığı halde yukarıdaki misal gibi, sihirbaz nasıl tuttuysa ben de öyle tutarım mantığıyla cahilce bir cesaret göstermeye kalkarsa kendi kendini helak etmiş olur. Çünkü o maddeye söz geçiremez, madde ona hükmeder hale gelir.
İşte bugün insanlığın içinde bulunduğu durum aynen budur. Yakın geçmişte yaşamış bir Hak dostu olan Mustafa Hayri Öğüt bu insan-eşya münasebetini şöyle izah etmiştir: "Kalp bir gemiye, dünya sevgisi gemideki deliğe, servet de denize benzer. Gemi sağlamsa okyanuslara açılsa yine de zarar görmez. Yok eğer bir deliği varsa ufacık bir gölette bile batar, gider".
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.