Yabancı sermaye, her ülkede, her dönemde tartışma konusu olmuştur. Kimisine göre, yoksul ülkelerin kalkınabilmesi için, yabancı sermaye şarttır. Bu görüş sahipleri şöyle diyorlar: "Yoksul ülkelerde tasarruf oranı düşüktür. Sermaye birikimi oluşmuyor. Onun için yoksul ülkeler, bir türlü bu kısır döngüyü kıramıyor. Bunu kırmanın tek yolu, bütün engelleri kaldırmak, kapıları ardına kadar yabancı sermayeye açmaktır." Kimisine göre de, yabancı sermaye, bir çeşit sömürgeciliktir.
Bu iki zıt görüşü irdelemeden önce yabancı sermayenin ülkelere nasıl girdiğine bakmak gerekir. Yabancı sermaye bir ülkeye iki farklı şekilde girer. Birincisi, yabancı sermaye, ülkede yatırım yapar. Başka bir deyişle, fabrika kurar, içine makine koyar, yeni teknoloji getirir, üretim yapar, istihdamı artırır, pazarlama ağını genişletir. Kısacası,ülkeye katma değer sağlar. Bu şekilde gelen yabancı sermayeye kimsenin karşı olduğu yok. Çünkü bu yolla gelen yabancı sermaye, az veya çok yerlileşiyor. Ülkenin şartlarını kabul ediyor ve uzun süre ülkede kalmayı göze alıyor. Karşı çıkılan yabancı sermaye, zaten bu değildir.
Yabancı sermayenin bundan başka, ikinci bir giriş şekli daha var. İşte itirazlar, karşı oluşlar, bunadır. Bu yabancı sermaye, kısa vadelidir. Güncel dilde söylendiği gibi "sıcak para" olarak gelir. Ülkeye hiçbir faydası olmaz, fakat ülkeden çok para kazanır. Azıcık risk sezince, hemen kaçıverir. Malî krizleri çıkaran da, işte bu amaçla giriş yapan yabancı sermayedir.
Esasen sıcak paranın asıl amacı kriz çıkarmaktır. Kriz çıkarmak, ondan sonra da, yerli sermayenin elinde ne varsa, haraç mezat satın almak. Uzakdoğu'da, Güney Amerika'da bu oyun oynandı. Şimdi aynı oyun Türkiye'de sahneye konuldu. Gazozdan suya, bisküviden deterajana, margarinden makarnaya kadar, üretim yapan birçok Türk firması, elimizden çıktı. Şu garipliğe bakın ki, kendi çeşmemizden akan suyu, yabancı sermayeli bir firma bize satacak. Bunun adına ne derlerse desinler, bunun adı düpedüz sömürgeleşmektir, sömürülmektir.
İbret almadığımız için tarih tekerrür ediyor. Geçmişte Osmanlı'nın düştüğü çukura, tekrar göz göre göre yuvarlanıyoruz. Gazi M. Kemal Paşa, I. İzmir İktisat Kongresi'nde Osmanlı'nın yabancı sermaye karşısındaki tutumunu şöyle anlatıyordu: "Mazide tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır." Bugün aynı duruma düşmedik mi? "Yabancı sermaye gelsin de, nasıl gelirse gelsin" dedik. İşte yabancı sermaye geliyor, fakat yerlisi gidiyor. Tabiri caizse hükümet, yabancı sermayenin, yerlisini kovmasına imkân sağlıyor.
Maliyetlerin yüksekliği, vergi yükünün sürekli artması, üstüne üstlük bir de kriz eklenince, yerli sermayeye yol göründü. Birçok müteşebbisimiz, yeni yatırımlarını Balkan ülkelerine kaydırıyor. Öyle ki, tarım üreticileri bile, kendi topraklarını boş bırakıyor, üretim için başka ülkelere gidiyor. Ege Çiftçiler Derneği Başkanı Hulusi Tanman'ın sözleri yürek parçalıyor, göz yaşartıyor. Tanman diyor ki: "Büyük babam Selanik'in son Türk belediye başkanıydı. İstiklal Savaşı'ndan sonra mübadil olarak buraya geldik. Bizim Selanik ve Serez'de 12 çiftliğimizi vardı. Oraya yerleşen Rumlar çok mutlu bir hayat sürüyorlar. Biz ise sürünüyoruz. Şimdi tekrar geri döneceğiz oralara, ama kiracı olarak. Ne kadar acı." Ve devam ediyor: "Gerçekten dayanma gücümüz kalmadı. Üreticisini bu kadar cezalandıran başka ülke yok. Bu ülkeyi terkettiği için kimse üreticiyi suçlamasın."
Sayın Başkan, sizi suçlayan yok. Suç, yabancı sermayeye davetiye, yerlisine reddiye çıkaran hükümette. Çiftçisine, Avrupa Birliği yılda 50 milyar dolar, ABD, dolaylı, dolaysız yılda 100 milyar dolar destek sağlarken, yılda 1 milyar dolar destek alamayan Türk çiftçisi ne yapacak? Elbette çare arayacak. Nitekim, Türk çiftçisi de onu yapıyor.
Bu iki zıt görüşü irdelemeden önce yabancı sermayenin ülkelere nasıl girdiğine bakmak gerekir. Yabancı sermaye bir ülkeye iki farklı şekilde girer. Birincisi, yabancı sermaye, ülkede yatırım yapar. Başka bir deyişle, fabrika kurar, içine makine koyar, yeni teknoloji getirir, üretim yapar, istihdamı artırır, pazarlama ağını genişletir. Kısacası,ülkeye katma değer sağlar. Bu şekilde gelen yabancı sermayeye kimsenin karşı olduğu yok. Çünkü bu yolla gelen yabancı sermaye, az veya çok yerlileşiyor. Ülkenin şartlarını kabul ediyor ve uzun süre ülkede kalmayı göze alıyor. Karşı çıkılan yabancı sermaye, zaten bu değildir.
Yabancı sermayenin bundan başka, ikinci bir giriş şekli daha var. İşte itirazlar, karşı oluşlar, bunadır. Bu yabancı sermaye, kısa vadelidir. Güncel dilde söylendiği gibi "sıcak para" olarak gelir. Ülkeye hiçbir faydası olmaz, fakat ülkeden çok para kazanır. Azıcık risk sezince, hemen kaçıverir. Malî krizleri çıkaran da, işte bu amaçla giriş yapan yabancı sermayedir.
Esasen sıcak paranın asıl amacı kriz çıkarmaktır. Kriz çıkarmak, ondan sonra da, yerli sermayenin elinde ne varsa, haraç mezat satın almak. Uzakdoğu'da, Güney Amerika'da bu oyun oynandı. Şimdi aynı oyun Türkiye'de sahneye konuldu. Gazozdan suya, bisküviden deterajana, margarinden makarnaya kadar, üretim yapan birçok Türk firması, elimizden çıktı. Şu garipliğe bakın ki, kendi çeşmemizden akan suyu, yabancı sermayeli bir firma bize satacak. Bunun adına ne derlerse desinler, bunun adı düpedüz sömürgeleşmektir, sömürülmektir.
İbret almadığımız için tarih tekerrür ediyor. Geçmişte Osmanlı'nın düştüğü çukura, tekrar göz göre göre yuvarlanıyoruz. Gazi M. Kemal Paşa, I. İzmir İktisat Kongresi'nde Osmanlı'nın yabancı sermaye karşısındaki tutumunu şöyle anlatıyordu: "Mazide tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır." Bugün aynı duruma düşmedik mi? "Yabancı sermaye gelsin de, nasıl gelirse gelsin" dedik. İşte yabancı sermaye geliyor, fakat yerlisi gidiyor. Tabiri caizse hükümet, yabancı sermayenin, yerlisini kovmasına imkân sağlıyor.
Maliyetlerin yüksekliği, vergi yükünün sürekli artması, üstüne üstlük bir de kriz eklenince, yerli sermayeye yol göründü. Birçok müteşebbisimiz, yeni yatırımlarını Balkan ülkelerine kaydırıyor. Öyle ki, tarım üreticileri bile, kendi topraklarını boş bırakıyor, üretim için başka ülkelere gidiyor. Ege Çiftçiler Derneği Başkanı Hulusi Tanman'ın sözleri yürek parçalıyor, göz yaşartıyor. Tanman diyor ki: "Büyük babam Selanik'in son Türk belediye başkanıydı. İstiklal Savaşı'ndan sonra mübadil olarak buraya geldik. Bizim Selanik ve Serez'de 12 çiftliğimizi vardı. Oraya yerleşen Rumlar çok mutlu bir hayat sürüyorlar. Biz ise sürünüyoruz. Şimdi tekrar geri döneceğiz oralara, ama kiracı olarak. Ne kadar acı." Ve devam ediyor: "Gerçekten dayanma gücümüz kalmadı. Üreticisini bu kadar cezalandıran başka ülke yok. Bu ülkeyi terkettiği için kimse üreticiyi suçlamasın."
Sayın Başkan, sizi suçlayan yok. Suç, yabancı sermayeye davetiye, yerlisine reddiye çıkaran hükümette. Çiftçisine, Avrupa Birliği yılda 50 milyar dolar, ABD, dolaylı, dolaysız yılda 100 milyar dolar destek sağlarken, yılda 1 milyar dolar destek alamayan Türk çiftçisi ne yapacak? Elbette çare arayacak. Nitekim, Türk çiftçisi de onu yapıyor.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018