Zikir ilminin öğretmenleri: İnsan-ı kâmiller
Dinimizin asıl gayesi erdemli insan, -dinî tabirle beyan edersek- kâmil insan tipleri oluşturmaktır. Dinin asıl gayesi budur. Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği peygamberlerde insanlara, insan olmayı, insanlığı öğretti. İnsan olma vasıflarını yaşattı
05.12.2024 08:13:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi





Dinimizin asıl gayesi erdemli insan, -dinî tabirle beyan edersek- kâmil insan tipleri oluşturmaktır. Dinin asıl gayesi budur. Cenâb-ı Hakk'ın gönderdiği peygamberlerde insanlara, insan olmayı, insanlığı öğretti. İnsan olma vasıflarını yaşattı.
İnsan olmak dinin birinci gayesidir. Bu gayeye ancak Allah'ı bilmek, Allah'ı tanımak, Allah ile olmakla ulaşılır. İnsan, Allah'a ne kadar yakın olursa, ondaki şahsiyet o derece mükemmel olur. Ama insan Allah'tan ne kadar uzak kalırsa, o kadar câni, o kadar barbar olur.
Şekilde çok mükemmel görünse de, haddizatında o insan iç tabiatında korkunç kaoslar, fırtınalar, buhranlar yaşıyordur.
Buna İslam tabiatında insan da denmez; beşer denir. İslam'ın asıl hedefi beşeri insan etmek, adam etmektir. Kâmil hâle getirmektir.
Bunun için onu terbiye ve tezkiye etmek gereklidir. İnsanın kendi kendini terbiye ve tezkiye etmesi zor, belkide imkânsızdır. İnsanın iç tabiatında yerleşik olan ahlâk-ı zemimenin ahlâk-ı hamideye tebdil edilmesi gerekiyor.
Yani, insanda öyle tabiatlar var ki, bunlar hased, gurur, kibir, ucub, intikam, hırs gibi hâllerdir. Bütün bunlara, ahlâkın bu yönüne "zemime ahlâk" denir. İnsanları bâtıla, yanlışa sevkeden ahlâk tarafı...
Ahlâk-ı zemime insanın aklına sahip olunca aklı, iradesi o istikamette iş görür. İnsan akılsız değil, aksine mükemmel, fevkalade bir mantığı var. Ama değil mi ki, iç tabiatındaki ahlâk-ı zemime onun iradesine-aklına hâkim olmuştur, zevklerine hâkim olmuştur, o insan mantığını kullanamaz. Zaman geçtikçe bu sefer kendi kendini haklı çıkartmaya çalışır; "bu yaptığım doğrudur" der.
Doğruluğuna inanmasa iç tabiatındaki çatışma kendini inkâra kadar gidecektir. Kendini inkâr etmemek için elbette yaptığı işin doğru olduğuna itikat edecek.
İnsanın kâmil hâle gelmesi, ahlâkının güzel olması, bir yardımcı, bir öğretici, bir terbiyeci olmadan mümkün olamaz. Çünkü o nefsin zemime tarafının idam edilmesi lazım. Bir insanın boğazına geçen halka ne ise, o huyların, o tabiatın tamamen yok olması da odur. Yani insan, karakterini inkâr edecek.
Pekala, insanın nefsine bu derece ağır fatura mâl olursa, alıştığı kötü şeyden vazgeçmesi mümkün olabilir mi? Mümkün olamaz. Kimseyi kandırmayalım, onun içindir ki, insanlar kumarın çok zararlı olduğunu bilirler ama hastalık hâline geldiği için gece-gündüz oynarlar ki, o kumar, hırsızlık vs. o huyun bir yansımasıdır. O huy, o tabiat, o ahlâk onun içindedir.
Belki hırsızlığı yapmaz ama içindeki o tabiatı yok edemiyor. O tabiatın iyi tabiata, güzel ahlâka tebdil edilmesine/dönüşmesine "terbiye" denir. Onun için, o güzel ahlâka dönüşmesi bakımından, dönüşterecek bir gücün, bir iradenin mutlak sûrette insana eğitim vermesi zaruridir ve de şarttır.
O bakımdan, millî maarifimiz bu bakanlığın adına "Millî Eğitim Bakanlığı" demiştir. Öğretim bakanlığı değil, Eğitim Bakanlığı.
Zâten insanların okumaktaki asıl maksatları da eğitilmektir. Ona bilgiyi yüklemişsin ama eğitmedikten sonra ne işe yarar? Şimdi bilgisayarlar o işi görüyor. O bilginin istikametinde nefse bu hâllerin kazandırılması lazım.
İşte o bakımdan mutlaka bu hâli insana öğreten ve yaşatan bir mürebbinin olması zaruridir, şarttır.
Bu konuda Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitâb'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik."
Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyuruluyor:
"And olsun ki, içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lutufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler."
Peygamber âyetleri okumakla işi bırakmıyor, sahabesini aynı zamanda tezkiye ediyor, temizliyor. Nefislerini arındırıyor. Önce temizliyor. Bu tezkiye işi bittikten sonra, onlara Kitâb'ı ve hikmeti öğretiyor.
Temizlemeden Kur'ân'ı ve hikmeti öğretmiyor. Resûlullah (s.a.a.) terbiye ediyor, tezkiye ediyor ondan sonra onlara Kur'ân'ı ve hikmeti öğretiyor. Tezkiye etmeden öğretmemesi ise, onu anlayacak idrak onda olmaz mânâsındadır.
Tezkiye edici olması, Peygamber Efendimizin en önemli vasıflarından bir tanesidir. İnsanları, küfürden, nifaktan, samimiyetsizlikten arındırıp, iman, ihlas, samimiyet, ibâdet zevki kazandırıyordu.
Bu hâlleri kazandırmak için sahabesinden bazılarına dua edip arınmalarına vesile olurken, bazen onlara virdler tarif ediyor. Bazende onlardan kiminin ayıkması, kalbinden perdelerin kalkması için, göğsüne hızlı bir yumruk vurarak irşad ediyordu." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
İnsan olmak dinin birinci gayesidir. Bu gayeye ancak Allah'ı bilmek, Allah'ı tanımak, Allah ile olmakla ulaşılır. İnsan, Allah'a ne kadar yakın olursa, ondaki şahsiyet o derece mükemmel olur. Ama insan Allah'tan ne kadar uzak kalırsa, o kadar câni, o kadar barbar olur.
Şekilde çok mükemmel görünse de, haddizatında o insan iç tabiatında korkunç kaoslar, fırtınalar, buhranlar yaşıyordur.
Buna İslam tabiatında insan da denmez; beşer denir. İslam'ın asıl hedefi beşeri insan etmek, adam etmektir. Kâmil hâle getirmektir.
Bunun için onu terbiye ve tezkiye etmek gereklidir. İnsanın kendi kendini terbiye ve tezkiye etmesi zor, belkide imkânsızdır. İnsanın iç tabiatında yerleşik olan ahlâk-ı zemimenin ahlâk-ı hamideye tebdil edilmesi gerekiyor.
Yani, insanda öyle tabiatlar var ki, bunlar hased, gurur, kibir, ucub, intikam, hırs gibi hâllerdir. Bütün bunlara, ahlâkın bu yönüne "zemime ahlâk" denir. İnsanları bâtıla, yanlışa sevkeden ahlâk tarafı...
Ahlâk-ı zemime insanın aklına sahip olunca aklı, iradesi o istikamette iş görür. İnsan akılsız değil, aksine mükemmel, fevkalade bir mantığı var. Ama değil mi ki, iç tabiatındaki ahlâk-ı zemime onun iradesine-aklına hâkim olmuştur, zevklerine hâkim olmuştur, o insan mantığını kullanamaz. Zaman geçtikçe bu sefer kendi kendini haklı çıkartmaya çalışır; "bu yaptığım doğrudur" der.
Doğruluğuna inanmasa iç tabiatındaki çatışma kendini inkâra kadar gidecektir. Kendini inkâr etmemek için elbette yaptığı işin doğru olduğuna itikat edecek.
İnsanın kâmil hâle gelmesi, ahlâkının güzel olması, bir yardımcı, bir öğretici, bir terbiyeci olmadan mümkün olamaz. Çünkü o nefsin zemime tarafının idam edilmesi lazım. Bir insanın boğazına geçen halka ne ise, o huyların, o tabiatın tamamen yok olması da odur. Yani insan, karakterini inkâr edecek.
Pekala, insanın nefsine bu derece ağır fatura mâl olursa, alıştığı kötü şeyden vazgeçmesi mümkün olabilir mi? Mümkün olamaz. Kimseyi kandırmayalım, onun içindir ki, insanlar kumarın çok zararlı olduğunu bilirler ama hastalık hâline geldiği için gece-gündüz oynarlar ki, o kumar, hırsızlık vs. o huyun bir yansımasıdır. O huy, o tabiat, o ahlâk onun içindedir.
Belki hırsızlığı yapmaz ama içindeki o tabiatı yok edemiyor. O tabiatın iyi tabiata, güzel ahlâka tebdil edilmesine/dönüşmesine "terbiye" denir. Onun için, o güzel ahlâka dönüşmesi bakımından, dönüşterecek bir gücün, bir iradenin mutlak sûrette insana eğitim vermesi zaruridir ve de şarttır.
O bakımdan, millî maarifimiz bu bakanlığın adına "Millî Eğitim Bakanlığı" demiştir. Öğretim bakanlığı değil, Eğitim Bakanlığı.
Zâten insanların okumaktaki asıl maksatları da eğitilmektir. Ona bilgiyi yüklemişsin ama eğitmedikten sonra ne işe yarar? Şimdi bilgisayarlar o işi görüyor. O bilginin istikametinde nefse bu hâllerin kazandırılması lazım.
İşte o bakımdan mutlaka bu hâli insana öğreten ve yaşatan bir mürebbinin olması zaruridir, şarttır.
Bu konuda Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitâb'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik."
Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyuruluyor:
"And olsun ki, içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lutufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler."
Peygamber âyetleri okumakla işi bırakmıyor, sahabesini aynı zamanda tezkiye ediyor, temizliyor. Nefislerini arındırıyor. Önce temizliyor. Bu tezkiye işi bittikten sonra, onlara Kitâb'ı ve hikmeti öğretiyor.
Temizlemeden Kur'ân'ı ve hikmeti öğretmiyor. Resûlullah (s.a.a.) terbiye ediyor, tezkiye ediyor ondan sonra onlara Kur'ân'ı ve hikmeti öğretiyor. Tezkiye etmeden öğretmemesi ise, onu anlayacak idrak onda olmaz mânâsındadır.
Tezkiye edici olması, Peygamber Efendimizin en önemli vasıflarından bir tanesidir. İnsanları, küfürden, nifaktan, samimiyetsizlikten arındırıp, iman, ihlas, samimiyet, ibâdet zevki kazandırıyordu.
Bu hâlleri kazandırmak için sahabesinden bazılarına dua edip arınmalarına vesile olurken, bazen onlara virdler tarif ediyor. Bazende onlardan kiminin ayıkması, kalbinden perdelerin kalkması için, göğsüne hızlı bir yumruk vurarak irşad ediyordu." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.