logo
28 EKİM 2025


Makedonya’da Türk izleri; Üsküp'te ezan sesleri

28.10.2025 00:00:00

Üsküp'e vardığımızda, ilk duyduğum minarelerden yükselen ezan sesleriydi. Üsküp'e girmeden önce içimde düşünceler cirit atıyordu: "Geçmişten bugüne kent hafızasında neleri barındırıyor? Türk-İslam medeniyeti ne kadar yaşanıyor?" Bu düşünceler, Üsküp semalarında yankılanan öğle ezanıyla dağıldı. Birbiri ardına bülbül sesli müezzinlerin yanık sesleri beni kendime getirdi.

Balkan coğrafyası, yüzyıllar boyunca dillerin, dinlerin ve medeniyetlerin kesiştiği bir kavşak oldu. Bu topraklarda kurulan düzenlerin hepsi, geride taşta ve kelimede iz bıraktı. Osmanlı'nın beş asrı aşan hâkimiyeti köprüler, camiler, hanlar, mektepler ve çarşılarla yalnız mimariyi değil, gündelik hayatın ritmini de şekillendirdi. Sonrasındaysa 19. yüzyılın sonundan itibaren kopuşlar peş peşe geldi: 93 Harbi'nin açtığı yaralar, Balkan Savaşları'nın hızlandırdığı göçler ve yeniden kurulan ulus-devletlerin sert rüzgârı… Bu coğrafyada yürürken hem geçmişin sesini duyuyorum hem bugünün hafif huzursuz titreşimini. Bir taş kemerin gölgesi, bir çarşıdaki ahşap kepenk, bir tekkenin kapısı: Hepsi bana hem "burada idik" diyor, hem de "artık başka bir yerdeyiz".

Osmanlı'nın medeniyet tasavvuru, yerleştirdiği kurumlarla hissediliyor. Köprüler insanı ve pazarı birbirine bağlıyor. Camiler yalnız ibadetin değil mahallenin merkezi, hanlar ticaretin, mektepler ilmin omurgasıdır. Farklı topluluklar, asırlar boyunca iç içe geçmiş bir sosyal örgü kurdular; dil ve din, komşuluk ve zanaatla yan yana aktı.

93 Harbi sonrasında Müslüman toplulukların yaşadığı zulümler, sürgünler ve büyük göç dalgaları hafızaya derin bir iz bıraktı. Hristiyan mezhepleri arasındaki gerilimler, özellikle Ortodoks çevrelerde yükselen milliyetçilik, bölgeyi yeni bir siyasî iklime taşıdı. Balkan Savaşları ve ardından gelen yeni devlet düzenleri, "ortak hayat"ın dilini yavaş yavaş başka lehçelere çevirdi.

Üsküp'ün Eski çarşısında esnafla sohbetlerimiz oldu. Türkçe ile rahatlıkla Balkan gezinizi ikame edebilirsiniz. Ayrıca konuştuğumuz her kişinin mutlaka Anadolu ile bağlantısı var. Daha çok 93 harbinden sonra Anadolu'ya göç etmiş akrabaları vasıtasıyla irtibatları devam ediyor. Kuzey Makedonya gezimizde 5 şehrini ziyaret etme fırsatımız oldu. Her bir şehirde gördüklerimiz ve yaşadıklarımız bizdeki hasret duygularımızı depreştirdi. Peşinen ifade edelim ki, Yahya Kemal Beyatlı'nın "Balkanlarda Sonbahar" şiiri duygularımıza tercüman oldu. 

"Artık ne gonca var ne de lâle,

Balkan ufkunda bir hazin mâtem..."

Üsküp

Osmanlı'nın "İstanbul'dan önce fethettiği" şehir olarak anlatılagelen Üsküp'te ilk durağımız Taş Köprü oldu. Vardar'ın iki yakasını birbirine bağlayan bu kemer, yalnızca kıyıları değil, zamanları da birbirine yaklaştırıyor. . II. Murad zamanında yapılan bu kemer hala hayati bir fonksiyon görüyor. Köprü üzerine yapılmış olan mihrap dikkatimi çekti. Kervanlar burada namaz kılacakları zaman kıbleyi bulmakta kolaylık olsun diye inşa ettirilmiş. Eski Çarşıda ahşap kapıların gıcırtısı, bakırcıların tıkırtısı, kahvenin kokusu… Cami, han ve medrese silsilesi, bir medeniyet tasavvurunun mütevazı halini fısıldıyor. 

 

Vardar nehrinin bir yakasında Müslümanlar diğer yakasında ise Hristiyanlar ikamet ediyorlar. Belediye ve şehircilik hizmetlerinin Müslüman tarafta ihmal edilmiş olması geçmişle olan köprülerin daha sağlam kalmasına da yaramış. Ezan okunmaya başladığında kendinizi bir Anadolu kentinde hissediyorsunuz. Yanık sesli müezzinlerin okudukları ezanlar adeta gönülleri dağlıyor. Vardar nehri ve ovası ile ilgili gönülleri harekete geçiren türküleri de burada mırıldanmadık diyemem.  

Üsküp / Adeta canlı bir müze

Üsküp'ün eski çarşısında, tarih yalnızca yapılarda değil, yön tabelalarında bile okunuyor. Bu karede görülen levhalar, İsa Bey Camii'nden Sultan Murad Camii'ne, Saat Kulesi'nden türbelere uzanan bir Osmanlı hattını gösteriyor. Her biri taş, kubbe ve minarelerle örülü bir geçmişe işaret ediyor. Makedonca, Arnavutça ve İngilizce yazılmış isimler, bir zamanlar tek idare altında birleşmiş halkların bugün farklı dillerde aynı mirası paylaştığını hatırlatıyor.

Tabelaların ardında yükselen minare, Üsküp siluetinin değişmeyen sesi gibi. Bu şehirde yürürken, bir yanda Osmanlı'nın mimari zarafetiyle örülmüş sokaklar, diğer yanda sosyalist dönemin katı çizgileri arasında geziniyorsunuz. Ama sonunda yön hep aynı yere çıkıyor: camilere, türbelere, hanlara- yani Üsküp'ün hafızasına. Bu manzara, geçmişle bugünün birbirine karıştığı bir kavşak gibi; her ok işareti, aslında tarihin farklı bir sayfasını gösteriyor.

Makedonya Müzesinde gezinirken 93 Harbi'nden Balkan Savaşları'na, I. Dünya Savaşı'na uzanan belgeler arasında durup düşünüyorum. Osmanlı'nın adalet ve medeniyet anlayışının izleri kısmen görünür; fakat anlatı, çoğu zaman ideolojik bir kurgunun seçici ışığında. Sergilenen göç hikâyeleri Müslümanların mağduriyetini dolaylı bir dille geçerken, "resmî tarih" ile "gerçek hafıza" arasındaki mesafe kendini ele veriyor.

Üsküp / Taş Köprü

Üsküp'ün kalbinden geçen Vardar Nehri, şehri ikiye böler; ama bu iki yakayı yüzyıllardır birleştiren taş bir hat vardır: Üsküp Taş Köprüsü. Osmanlı döneminde II. Murad devrinde inşa edilen bu köprü, yalnızca bir ulaşım yolu değil, aynı zamanda bir medeniyet sembolüdür. Sol yakada tarihî çarşı ve camiler, sağ yakada modern binalar yükselir; köprü, bu iki dünyanın arasında asırlardır sükûnetle durur. Köprünün ortasında yer alan küçük mihrap, belki de dünyanın en zarif duraklama noktalarından biridir. Yolcular burada geçmişte dua etmiş, askerler sefere çıkmadan önce yönünü kıbleye çevirmiş, şairler Vardar'ın akışına bakarak dizelerini mırıldanmıştır. Bugün de oradan geçen her adım, taşlara sinmiş duaların yankısını taşır. Taş Köprü, Üsküp'te yalnızca iki yakayı değil, doğu ile batıyı, tarih ile bugünü, inanç ile yaşamı birbirine bağlayan sessiz bir hatıra gibidir.

Üsküp'e varır varmaz ilk durağımız, Vardar Nehri kıyısındaki eski çarşı oldu. Taş sokakların arasına gizlenmiş, dışarıdan sade ama içeride dumanı tüten bir lokantaya oturduk. Menüye gerek yoktu; tencerenin kapağından yükselen koku ne yiyeceğimizi zaten söylüyordu: tavçe gravçe, yani fırında pişmiş kuru fasulye. Bu közdeki toprak tencerenin dibi tutmuş, üstü nar gibi kızartılmış bir fasulyeydi. Yanında közlenmiş biber geldi. Bahsetmeden geçemeyeceğim, cevapi tam bir ziyafet tadındaydı; her lokmada ağızda ağır ama temiz bir tat bırakıyordu.

Anadolu ile o kadar bütünleşik ki, dükkanların isimleri de Anadolu'dan seçilmiş. Alışveriş mekânları daha çok camilerin etrafına kümelenmiş durumda- adeta sırtlarını camilere dayamışlar.
Balkanlarda her kahvaltımızın vazgeçilmezi burek idi. Peynirli, patatesli, kıymalı, ıspanaklı… Her çeşidini denedik.
Tatlı kültürü de Anadolu'daki gibiydi; bir farkla, burada baklava tane ile satılıyor. Her tabakta biraz tarih, biraz göç, biraz da misafirperverlik vardı.
Üsküp'teki fasulyenin dumanı, Ohri'deki balığın hafifliği, Kalkandelen'deki etin kokusu - hepsi bir araya gelince insanın damağında sadece lezzet değil, coğrafyanın ruhu kalıyor.

Üsküp / Eski Çarşı

Üsküp'ün Eski Çarşısı, sadece alışverişin değil, medeniyetin de kalbi. Taş döşeli bu sokaklarda bir yanda kahve kokusu yükselir, diğer yanda bakırcıların çekiç sesleri yankılanır. Dükkânların arasına serpiştirilmiş camiler, hanlar ve hamamlar; Osmanlı şehir kültürünün "birlikte yaşama" mimarisini hâlâ taşır. Balkan şehirlerinde sıkça görülen bu dokuda, çarşıyla ibadet mekânı, zanaatla maneviyat iç içedir. Üsküp Eski Çarşısı da bu anlayışın yaşayan örneği: burada alışveriş bir ticaret değil, bir kültür buluşmasıdır. İnsanların adımları taşlara sinmiş, diller karışmış, ama ruh aynı kalmıştır- vakur, sıcak ve paylaşımcı. Medeniyet, işte bu sokaklarda bir çarşının duvarlarına, bir kahve fincanının kenarına, bir selamın içine nakış nakış işlenmiştir. 

Kalkandelen (Tetova)

Alaca Camii, renklerin ve desenlerin dualaşan dili gibi. İç içe geçen motifler, bir tek yapının kaç sanatçının emeğiyle adeta "nakış"a dönüştüğünü anlatıyor. Bektaşi tekkeleri, bu şehrin ruhuna karışmış bir eşik. Kent kültürü tekke eşiğinde tarih ve musikî ile kurulmuş. Türkçe giderek azalsa da sokakta bir selâmın karşılığını ana dilinde almak, hatıraların hâlâ yaşadığına dair bir işaret.

Kalkandelen / Alaca Camii içi

Kalkandelen'deki Alaca Camii, sadece bir ibadet mekânı değil, zarafetle örülmüş bir dua gibi… Rivayete göre cami, iki kız kardeşin çeyiz paralarıyla inşa edilmiş. Bu nedenle duvarlarında sadece boya değil, bir kadın inceliği, bir kardeşlik sevgisi var. İç mekânda göz, her bir köşede ayrı bir renk armonisiyle karşılaşıyor. Hat süslemeleriyle bitkisel motifler, sanki kubbeden yere doğru dökülen bir duanın estetik hâli. Mihrabın sadeliği, minberin zarif geometrisi, ışığın süzülüşüyle birleşince, mekân adeta ruhun tefeyyüz ettiği bir atmosfere dönüşüyor. Alaca Camii, Müslüman halk için hâlâ bir maneviyat durağı. Burada insanlar sadece namaz kılmıyor; tarih, sanat ve inançla yeniden diriliyor. Bu cami, asırlardır Balkan Müslümanlarının yaşam enerjisini tazeleyen bir kalp gibi atmaya devam ediyor- her cuma, her dua, her nefeste.


 

Kalkandelen /Harabati Baba Bektaşi Tekkesi

Kalkandelen'deki Harabati Baba Bektaşi Dergâhı, zamanın yorgunluğunu taşıyan bir abide gibi sessizce duruyor. Osmanlı döneminde Balkanlar'daki irfan merkezlerinden biri olan bu yapı hem tasavvuf geleneğinin hem de Türk-İslam medeniyetinin ruhunu yansıtıyor. Tahta kirişleri, taş temeli ve geniş saçaklarıyla bir yandan mimari zarafeti, diğer yandan iç huzuru barındırıyor.

Ne var ki bugün dergâh, adeta öksüz bırakılmış bir hâlde. Bahçesinde yabani otlar büyümüş, duvarları zamana direniyor. TİKA gibi kurumların el atmadığı bu mekân, sahipsizliğin sessizliğini anlatıyor. Oysa her köşesi, Mevlevîlik'ten Bektaşîliğe, Osmanlı şehir estetiğinden Balkan hoşgörüsüne kadar uzanan bir kültürün izleriyle dolu. Kapısından içeri girerken, büyük bir Türk bayrağının gölgesinden geçiyorsunuz. Bu manzara hem gurur hem hüzün veriyor: gurur, çünkü bu topraklarda hâlâ bizim bir izimiz var; hüzün, çünkü o iz silinmek üzere. Eğer biz sahip çıkmazsak, bir gün başkaları "bizim" dediğimiz bu mirasa kendi adını yazar. Harabati Dergâhı, sadece bir yapı değil- medeniyetimizin unutulmuş vicdanıdır.

Ohri

Üsküp'ten kalkıp Ohri'ye kadar karayoluyla yolculuğumuz devam etti. Her iki tarafımızdaki tabiatın yemyeşil görüntüsü iç açıcı idi. Yol boyunca geçtiğimiz köylerde ilk görünen cami minareleri idi. Anadolu'da seyahat eden bir yolcu misali gibiydik; tek farkla buradaki köyler daha yeşil, daha bakımlı yaşam alanları idi. Ohri'de bizi camiler, cami avlusunda şadırvanlar ve Eski Türk Çarşısı karşıladı. 

Ohri/ Göl genel plan

Ohri hem coğrafyanın hem tarihin hem de medeniyetin kesiştiği bir şehir. Göl kıyısına kurulmuş bu kadim yerleşim, Osmanlı'dan günümüze uzanan kültürlerin izlerini taşıyor. Bugün şehrin siluetine baktığınızda, kubbelerle haçların yan yana yükseldiği bir manzara görüyorsunuz. Ancak İslami eserlerin yoğun olduğu bu topraklarda, kimi zaman bilinçli bir dengeden çok bir zıtlık hissediliyor. Adeta bir üstünlük sembolü gibi şehrin her köşesine yerleştirilmiş ışıklandırılmış haçlar camilerin avlusuna, minarelerin gölgesine kadar uzanıyor.

Yine de Ohri'nin güzelliği bütün bu gerilimi aşan bir dinginliğe sahip. Çarşısı, kalesi, tekkesi ve camileriyle Balkanların ruhunu taşıyor. Her taş, bir medeniyetin sesi gibidir. Göl kıyısında oturup suyun berrak yüzeyine baktığınızda, insan hem Osmanlı'nın zarafetini hem de Balkanların derin hüznünü aynı anda hissediyor. 

Osmanlı eseri mahalle dokusu

Bu kare yalnızca Ohri'ye değil, bütün Balkan coğrafyasına ait bir manzara. Dar taş sokaklar, üst katları sokağa doğru taşan cumbalı evler, ahşap pencereler ve taş zeminler… Bunlar, Osmanlı şehir mimarisinin imzası gibidir. Her biri, mahremiyetle estetiğin, işlevle zarafetin buluştuğu bir anlayışın ürünüdür. Aslında bu görüntü, Anadolu'nun her köşesinde tanıdık. Kilis'in, Safranbolu'nun, Bursa'nın ya da Ürgüp'ün eski mahallelerinde gezerken aynı dokuyu hissedersiniz. Çünkü bu mimari, sadece bir yapı tarzı değil; bir yaşam biçiminin ifadesidir. Evler birbirine yaslanır ama asla gölgelemez; sokaklar daralır ama insanı sıkmaz. Her taş, komşuluk hukukunu, her pencere, paylaşmanın inceliğini anlatır.

Ohri'nin taş döşeli çarşısında dolaşırken, satıcıların Türkçe "hoş geldiniz" deyişindeki samimiyet hemen fark ediliyordu. Dükkanların çoğu Türk esnafıydı; kimi Makedon vatandaşı ama gönlü Türkiye'deydi. "Biz buradayız ama kalbimiz hep orada," diyorlardı. Küçük bir coğrafya parçasında büyük bir aidiyet hissi… O akşam şehirde bambaşka bir heyecan vardı: Türkiye'nin 12 Dev Adamı Yunanistan'la karşılaşıyordu. Maç saati yaklaşırken çarşı sessizliğe büründü; herkes kahvelerde ya da dükkânların içindeki televizyonların başına toplandı. Top potaya her gidişinde nefesler tutuluyor, sayı geldiğinde sevinç çığlıkları yükseliyordu.

Ve maç bittiğinde… Ohri sokaklarında sanki bir bayram havası esti.
Gençler, yaşlılar, çocuklar birbirine sarılıyor, Yunan'ı denize döktük! nidaları yankılanıyordu.
O an, kilometrelerce uzakta olsak da hepimiz Türkiye'de gibiydik.
Gölün kıyısında gece serinliğine karışan bu sevinç, sadece bir spor zaferi değil, kimliğin ve aidiyetin yeniden hatırlandığı bir andı.

Ertesi gün Ohri'de bambaşka bir heyecan daha yaşadık. Kaldırımda yürürken korna sesleri ile irkildik. Şehir, bir düğün alayının sesine uyanmıştı, dar sokaklarda korna sesleri yankılanıyordu. Süslenmiş arabalar ardı ardına dizilmişti; dikiz aynalarına beyaz havlular, antenlerine kırmızı kurdeleler bağlanmıştı. Önde gelin arabası, ardından uzun bir konvoy... Her araçtan aynı ritim: sevinç, coşku, gurur. Her korna sesi, sadece bir düğünün değil, bir kültürün hâlâ yaşadığının işaretiydi. Sanki Anadolu'dan yükselen o tanıdık düğün neşesi, Balkan dağlarını aşıp Ohri sokaklarında yeniden yankılanıyordu.

Resne

Resne Köşkü, Resneli Niyazi Bey'in hatırasını taş duvarlarında saklıyor. Resne, Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir bölge imiş. Ancak işsizlik ve geçim sıkıntısından dolayı insanlar daha çok Avrupa'ya gitmeyi tercih ediyorlarmış. Türkçe öğrenme ve konuşma da gençler arasında oldukça azalmış durumda. Bu kadar yoğun geçmişimizin olduğu bu toprakları öksüz bırakmak ne kadar doğrudur.  Ekonomik sıkıntıların gençleri özellikle Almanya istikametinde göçe hazırladığı açık; yol haritaları pasaport çekmecelerinde katlanmış hâlde duruyor.

Resne / Resne Köşkü

Görkemli mimarisiyle bu yapı, Resneli Niyazi Bey'in Sarayı- Balkan tarihinin dönüm noktalarından birine ev sahipliği yapmış bir mekân. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanına öncülük eden subaylardan biri olan Resneli Niyazi Bey, dönemin en cesur ve idealist figürlerindendi. Enver Paşa'nın yakın dostuydu; Atatürk de onun hakkında hüsnü şehadette bulunmuş, dürüstlüğü ve vatan sevgisini takdirle anmıştır. Saray, o dönemin Avrupa etkilerini taşıyan neoklasik üslubuyla dikkat çeker. Ancak bu yapı, taş ve sütunlarından çok, içinde yeşeren bir özgürlük fikrinin sembolüdür. Resneli Niyazi, burada yalnızca bir asker değil, aynı zamanda bir halk kahramanı olarak anılır.

Bugün Resne kasabasının sessizliğinde duran bu saray, Balkanlarda bir devrin ideallerini ve Osmanlı'nın son dönemindeki modernleşme çabasını hatırlatır. Her bir duvarı, "Hürriyet, Müsavat, Adalet" sözlerinin yankısını hâlâ taşır hem bir rüyanın hem de bir imparatorluğun son büyük nefeslerinden biridir.


Resne'de, köşkün avlusunda dinlenen biri anne diğeri kızı iki kişiyle sohbet ettik. Kadın Arnavut, eşi Türk'müş hem Arnavutça hem Türkçe konuşabiliyorlardı. İstanbul'da akrabalarının olduğunu söylediler. Yaşadıkları toprakları asli vatanları olarak göremediklerini, ama gönüllerinin Türkiye'de olduğunu ifade ettiler. Anne, bütün samimiyetiyle, "Türkiye bizim vatanımızdır," dediğinde, geçmişle bugün arasındaki bağ sadece tarihî bir bilgi olmaktan çıkıp duygusal bir aidiyete dönüşmüştü.

Bir hediyelik eşya dükkanında, devletlerin bayrakları sıra sıra asılmıştı. En üstte ise daha büyük boyutta Türk bayrağı. Esnafa "Bu bayrak senin için ne ifade ediyor?" diye sordum. Cevabı hâlâ kulağımda çınlıyor: "Bu bayrak bana İslam'ı hatırlatıyor." Haydar Baş Hocamız, Türk bayrağını anlatırken "Hilal Allah'ı, yıldız ise Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa'yı temsil eder. Bayrağımız kelime-i tevhidin manasını taşır," derdi. Bu anlayışın Balkan coğrafyasında da yaşadığını görmek beni hem gururlandırdı hem de düşündürdü.

Türkiye Cumhuriyeti olarak bu topraklara karşı kültürel sorumluluğumuzun büyüklüğünü bir kez daha hissettim.

Manastır (Bitola)

Üsküp'ten tarih boyunca nice hikâyelere tanıklık etmiş vadilerden geçerek Manastır'a (Bitola) doğru yol aldık. Şehre yaklaştıkça, içimizde tarif edilmez bir heyecan hissediliyordu. Atatürk'ün Harp Okulu'na uzanan yolunun ilk adımları, burada, Manastır Askerî İdadisi'nde atılmıştı.
Bugün Kuzey Makedonya sınırları içinde yer alan bu görkemli bina, artık bir askerî müze. Fakat taş duvarlarının arasında hâlâ genç bir subayın düşüncelerinin yankısı duyuluyor: barış, özgürlük ve tam bağımsızlık…

Manastır / Atatürk'ün okuduğu bina

Bugün Kuzey Makedonya sınırlarında yer alan bu görkemli yapı, Mustafa Kemal Atatürk'ün gençlik yıllarının dönüm noktası olan Manastır Askerî İdadisidir. Selanik'te başlayan öğrenim hayatının ardından burada geçirdiği yıllar, onun sadece askerî disiplini değil, aynı zamanda fikir dünyasını da şekillendirmiştir. Bu okulun duvarları, yalnızca askerî bilgi değil, düşünsel bir uyanışın da tanığıdır. Mustafa Kemal, burada kendisini hem akılla hem iradeyle yetiştirdi; ileride kuracağı Cumhuriyet'in temellerini atacak bir vizyonun ilk kıvılcımları burada yandı. Manastır, Atatürk için bir şehirden çok daha fazlasıdır- vatan mefhumunun anlam kazandığı, bir millet idealinin ilk defa şekil bulduğu topraklardır.


Bahçe kapısından içeri adım attığımızda ciddi bir kalabalıkla karşılaştık. Türkiye'nin dört bir yanından gelen ziyaretçiler, aynı duygu etrafında birleşmişti. Kimisi öğretmen, kimisi öğrenci, kimisi emekli bir asker… ama hepsinin kalbinde aynı heyecan: Atatürk'ün izini sürmek.

Okulun bahçesinde adım atmadık yer bırakmamaya çalıştık. Her bir taşın altında, her bir merdivende O'nun ayak izine rastlayabilme umudumuz vardı. Sanki ne kadar çok dolaşırsak, Atamızın bastığı toprağa basma ihtimalimiz o kadar artacaktı.

Bizi en çok etkileyen yer, kuşkusuz Mustafa Kemal Atatürk Anı Odası idi. Duvarlarda İdadi yıllarına ait fotoğraflar, defter sayfalarından alıntılar, Balkan cephelerinden kareler... O dönemin siyah beyaz tonları arasında, bir milletin geleceğini düşünen genç bir subayın gözleriyle karşılaşıyorsunuz.

Manastır, Osmanlı'nın son döneminde milliyetçi hareketlerin yükseldiği, imparatorluğun çözülüş sancılarının yoğun hissedildiği bir coğrafyaydı. Mustafa Kemal, burada yalnız askerî disiplin değil, fikir disiplini de kazandı. Dostları Ali Fethi (Okyar) ve Nuri Conker ile yaptığı sohbetler, ileride şekillenecek bir cumhuriyet idealinin ilk kıvılcımlarını yaktı.

Bugün Manastır, Atatürk için bir şehirden fazlası olarak duruyor Balkanların ortasında- bir vatan fikrinin doğduğu yer, bir milletin uyanışının ilk durağı olarak. Sokaklarında sessizce yürürken, insan, sanki rüzgârın bile Türkçe bir hatırayı fısıldadığını hissediyor.

Kuzey Makedonya'ya Türkiye'den direkt uçuşlarla ulaşmak oldukça kolay. İstanbul'dan Üsküp'e günlük seferler mevcut; uçuş süresi ortalama bir buçuk saat. Üsküp Havalimanı'ndan şehir merkezine araçla yaklaşık 25 dakikada varılıyor. Dilerseniz havalimanında uluslararası araç kiralama firmalarından otomobil temin edebilirsiniz. Yollar bakımlı, trafik düzenli; özellikle Üsküp–Kalkandelen–Ohri hattı oldukça keyifli bir güzergâh sunuyor. Navigasyon uygulamaları etkin çalışıyor, Türkçe yönlendirmelerle rahat bir sürüş deneyimi sağlanıyor.

Eğer bireysel seyahatten ziyade rehberli bir tur tercih ederseniz, Türkiye'deki birçok tur firması Üsküp–Kalkandelen–Ohri–Manastır rotasını kapsayan 3 ila 5 günlük Balkan turları düzenliyor. Bu turlar, konaklama, rehberlik ve kültürel etkinliklerle seyahatinizi kolaylaştırıyor. Ancak kendi aracınızla seyahat etmek, küçük köy duraklarını keşfetme ve yerel halkla temas kurma açısından daha özgür bir deneyim sunuyor.

Son söz:

Bugünün Kuzey Makedonya'sında gençler arasında Türkçe bilmeler azalmış görünüyor; dil, kimlik ve aidiyet tartışmaları kimi zaman resmî gündeme, kimi zaman ev içi konuşmalara taşınıyor. Ekonomik sıkıntılar, AB kapılarına bakan bir göç eğrisi üretiyor. 

Osmanlı sonrası kırılmaların yankısı, bazen bir okul müfredatında, bazen bir müze panosunda, bazen de bir yaşlının hikâyesinde duyuluyor. Arşivin kesişim noktasında, birlikte yaşanmış hayatın somut izleri var: bir düğün türküsünün makamı, bir yemeğin adı, bir taşın işçiliği… Bunlar, siyaset üstü bir hafızanın dili.

Ve belki de bu toprakları anlamanın yolu, o yaşlı annenin sözlerinde gizliydi: "Biz buradayız, ama kalbimiz hep Türkiye'de." O an anladım ki Balkanlar, haritada uzak ama gönülde hâlâ yakındır.

Üsküp'te o akşam, taş sokaklarda yürürken hissettiğim duygu şuydu: Bu şehirler bize sadece geçmişimizi değil, kim olduğumuzu da hatırlatıyor. O yüzden Balkanlara gitmek, bir seyahat değil; köklerimize doğru yapılan bir yolculuk…

 

Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Yorumlarınızı paylaşın

--
 
Doç. Dr. Ahmet H. Kepekçi / diğer yazıları
Varın diğer sektörleri siz düşünün!
Kuyumcular bile krizde
Başkent, İstanbul'a fark attı
Ankara'da konut fiyatları roketledi
Boşaltılan binalar yıkıldı
Can kaybı yok
Artçılar peş peşe geliyor
Yeni faylar tetiklendi
İstanbul sallandı
Sındırgı’da 6,1 büyüklüğünde deprem
Zor maç kolay oldu
Fenerbahçe'den kritik galibiyet
Cumhurbaşkanı Erdoğan:
"Eurofighter için anlaşmalar imzalandı"
Karadağlı bir gencin bıçaklanmasından sonra başlayan olaylar büyüyor
Karadağ'da Türklere ait işletme ve mülklere saldırı
Bahis soruşturması
Başsavcılık harekete geçti
'Türk milletine büyük operasyon'
Trabzon'dan çarpıcı mesajlar
TFF Başkanı'ndan skandal açıklama
'152 hakem aktif bahis oynuyor'
İşsizlik oranı belli oldu
Gerçek işsizlik yüzde 28.6
Gözler Kartalkaya davasında
Otel faciası davasında 3'üncü duruşma günü
Dolar 42 TL sınırında
Yeni haftaya yükselişle başladı
İşte o karar
İmamoğlu, Yanardağ ve Özkan neden tutuklandı
Varın diğer sektörleri siz düşünün!
Kuyumcular bile krizde
Başkent, İstanbul'a fark attı
Ankara'da konut fiyatları roketledi
Boşaltılan binalar yıkıldı
Can kaybı yok
Artçılar peş peşe geliyor
Yeni faylar tetiklendi
İstanbul sallandı
Sındırgı’da 6,1 büyüklüğünde deprem
Zor maç kolay oldu
Fenerbahçe'den kritik galibiyet
Cumhurbaşkanı Erdoğan:
"Eurofighter için anlaşmalar imzalandı"
Karadağlı bir gencin bıçaklanmasından sonra başlayan olaylar büyüyor
Karadağ'da Türklere ait işletme ve mülklere saldırı
Bahis soruşturması
Başsavcılık harekete geçti
'Türk milletine büyük operasyon'
Trabzon'dan çarpıcı mesajlar
TFF Başkanı'ndan skandal açıklama
'152 hakem aktif bahis oynuyor'
İşsizlik oranı belli oldu
Gerçek işsizlik yüzde 28.6
Gözler Kartalkaya davasında
Otel faciası davasında 3'üncü duruşma günü
Dolar 42 TL sınırında
Yeni haftaya yükselişle başladı
İşte o karar
İmamoğlu, Yanardağ ve Özkan neden tutuklandı
logo

Beşyol Mah. 502. Sok. No: 6/1
Küçükçekmece / İstanbul

Telefon: (212) 624 09 99
E-posta: internet@yenimesaj.com.tr gundogdu@yenimesaj.com.tr


WhatsApp iletişim: (542) 289 52 85


Tüm hakları Yeni Mesaj adına saklıdır: ©1996-2025

Yazılı izin alınmaksızın site içeriğinin fiziki veya elektronik ortamda kopyalanması, çoğaltılması, dağıtılması veya yeniden yayınlanması aksi belirtilmediği sürece yasal yükümlülük altına sokabilir. Daha fazla bilgi almak için telefon veya eposta ile irtibata geçilebilir. Yeni Mesaj Gazetesi'nde yer alan köşe yazıları sebebi ile ortaya çıkabilecek herhangi bir hukuksal, ekonomik, etik sorumluluk ilgili köşe yazarına ait olup Yeni Mesaj Gazetesi herhangi bir yükümlülük kabul etmez. Sözleşmesiz yazar, muhabir ve temsilcilere telif ödemesi yapılmaz.