Veda' denilen yerden geri döndüler
Öte yandan gerçek mazeretleri olmadığı halde bazı Bedeviler, yalan söyleyerek bahane uydurmuşlardı. Bu husus Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır: "Bedevilerden özür bahane edenler, izin almak için geldiler. Allah'a ve Resûlüne yalan söyleyenler (evlerinde) oturdular. Bunlardan küfredenlere muhakkak şiddetli bir azap isabet edecek."
Buradan, mazeretsiz veya gerçek mazeret olmadan Hak yolda cihaddan geri kalmanın büyük tehlike ve azap sebebi olduğunu anlıyoruz.
Yaz mevsiminin en sıcak günleri idi. Kuraklık yüzünden, memlekette kıtlık vardı. Hasat vakti gelmiş; meyveler, hurmalar kemale ermişti. Düşman kuvvetli, gidilecek yer uzaktı. Bütün bu nâmüsait şartlar, mü'minlerde bir durgunluk ve neşesizlik meydana getirmişti. Bu durumda Cenab-ı Hak derhal mü'minleri ihtar etti: "Ey mü'minler! Size ne oldu ki, Allah yolunda gazaya (Tebük seferine) çıkın denilince yerinizde yığıldınız, kaldınız. Yoksa siz, ahireti bırakıp da, dünya hayatına mı razı oldunuz. Dünya hayatının saadeti, ahirete nisbetle pek az bir şeydir. Eğer gazaya çıkmazsanız, Allah sizi acıklı bir azapla cezalandırır. Yerinize de başka bir kavmi getirir de, siz ona (Peygambere) hiç bir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir." 3 Burada; insanın, nefsinden gelen tembellikle bazen duraklama yapabileceği için ikaz ve ihtara muhtaç olduğu anlaşılmaktadır. Şu da bir gerçek ki, nefisler cihaddan hoşlanmaz. Hak yolunda hizmette sabır ve mücahede ile güçlüklere karşı koymak esastır.
Resûlü Ekrem Efendimizin, Hz. Ali'yi kendine vekaleten Medine'de bırakması, münafıklarca istismar konusu oldu. Münafıklar Hz. Ali'nin Medine'de kalışını, savaştan kaçmak gibi göstererek fitne çıkardılar. Buna sinirlenen Hz. Ali, silahlanarak Resûlullah'ın huzuruna geldi ve harbe katılacağını söyledi. Bunun üzerine Resûlü Ekrem, Hz. Ali'ye; "Sen bana Musa'nın yanındaki Harun gibisin. Bir farkla ki, benden sonra Peygamber yoktur", diyerek gönlünü almış, Medine'de kalmasının önemini vurgulamıştır. Bu olayda, seferlere gidilirken cephe gerisinin ihmal edilmemesi gerektiğine dair tenbih vardır.
Tebük Seferi esnasında münafıklar fesat çıkarıp, birtakım kimseler de mazeret uydururken, yaşlılar; sakatlar, sefere çıkmak için hayvan bulamayanlar, cihada katılamadıkları için ağlayarak, üzülerek geri dönüyorlardı. Ne tezatlar, ne ibretli manzaralar bunlar!..
10 bini süvari olan 30 bin kişilik ordu Tebük'e geldi. Mute kahramanlığı ve Tebük Seferi'ne haşmetli iştirak, Arap kabilelerinin maneviyatını bozdu. Onları korkuttu, ürküttü, caydırdı. Zaten İmparatorun, memleketteki iç karışıklıklar sebebiyle başı dertteydi. Buradan çıkarılan ders şudur ki; mü'minler, düşmanlarını korkutmak ve kötü emellerinden caydırmak için yekvücut olmalı ve güçlerini birleştirmelidirler. Kuvvet, Hak'tandır ve Hak adına olan birliktedir.
Güçlü İslâm ordusu karşısında Hıristiyan Bizans, pasif ve sönük kalınca Resûlü Ekrem daha ileri gitmedi; sadece Bizans'a meydan okumakla yetindi. Zira O, toprak genişletmek için gelmemişti. Tebük Seferi, bir müdafaa harbi idi. Resûlü Ekrem, Tebük'te 20 gün kaldı. Birtakım Hıristiyan güçlerle anlaşmalar sağladı. Hudutlarda sükûnet ve emniyet temin edildi. Eyle ve Erzuh Hıristiyanları da cizyeye bağlandı. Böylece, bu muhteşem askerî güç, kan dökmeden büyük bir siyasî güce ulaşmış oluyordu. Eğer Resûlü Ekrem dileseydi, o bölgeyi baştan başa fethedebilirdi. Fakat onun gayesi, toprak genişletmek değildi. Bu bakımdan Tebük Seferi, İslâm'ın kılıç zoruyla yayıldığını iddia edenlere en güzel cevaptır.
İslâm ordusu, Resûlü Ekrem'in komutası altında şanla şerefle döndü. Artık iman edenleri durduracak ve korkutacak, yeryüzünde bir güç yoktu. Bu hâl, Allah'a güvenip dayananların ve onun yolunda mücadele edenlerin her zaman mutlu sonuca varacaklarını gösterir. Sefere çıkarken nefislerine ağır gelenler, dönüşte büyük bir zaferin mutluluğunu paylaşıyordu. Tabiîdir ki, münafıklar ve mazeretsiz sefere katılmayanlar çok üzülüyorlardı.