Zikrullah ve rabıta münasebeti -2-
Burada asıl tehlike, rabıtayı şirkle karıştıranların, feyiz ve muhabbet gibi mânevî mahlûk nev’inden nimetleri, Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ına izafe edip, Hâlık gibi telakki etmeleridir
10.12.2024 18:20:00
Haber Merkezi
Haber Merkezi





Burada asıl tehlike, rabıtayı şirkle karıştıranların, feyiz ve muhabbet gibi mânevî mahlûk nev'inden nimetleri, Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ına izafe edip, Hâlık gibi telakki etmeleridir.
Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir: "Acaba rabıta kul ile Allah arasına girmek midir?"
Bu sorunun cevabı iki nükte ile verilebilir:
Rabıtada kul, kendi varlığını terk edip insan-ı kâmilin varlığına bürünerek, sanki ortada olan kendi değil de odur diye düşünerek onun eli ve dili ile Hakk'a yalvarmakta, müracaat etmektedir. Bu varlıktan soyunma hâli nefsin terbiyesinde, ben davasından vazgeçmede en müessir yoldur.
Allah, velilerin ve nebilerin derece ve mertebesine göre, gönüllerine tecelli eder. Cenâb-ı Hakk eşyaya da tecelli eder. Bunun mümkün olabileceğini Mûsâ (a.s.) ile ilgili şu hadise bize göstermektedir:
"Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca, 'Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!' dedi. (Rabbi), 'Sen Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de Beni göreceksin!' buyurdu.
Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim."
İtikatta mezhep imamımız İmam Ebu Mansur Maturidî bu âyeti tecellinin hak olduğuna ve Cemâlullah'ı müşahade etmenin mümkün olduğuna delil göstermiştir.
Ve yine mukaddes vadide Cenâb-ı Hakk, Hz. Mûsâ'ya bir ağaçtan hitap etti: "Muhakkak ki Ben, evet Ben senin Rabb'inim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ'dasın!"
Allah dağa ve ağaca tecelli eder de insan ağacına ve dağına tecelli etmez mi? Cenâb-ı Hakk meleklere, "Âdem'e secde edin" emrini verdi. Melekler bu emri hemen yerine getirdi. İblis ise, kibirlendi, kâfirlerden oldu.
Âyet-i kerimede; "Meleklere,'Âdem'e secde edin!' demiştik. İblis'in dışında hepsi secde ettiler. İblis, 'Ben çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim!' dedi" buyuruluyor.
Allah, "Âdem'e secde edin "derken, "ona tapın" mı diyor? Hayır. "Ben, ona ruhumdan üfledim "buyurmuştu.
Bu gerçek, âyet-i kerimede şöyle ifade edilir: "Artık ben ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secde ediciler olarak yere kapanın."
Melâike-i kiram hazerâtı bu nükteyi kavradı. "Evet, biz secde ediyoruz ama onun toprak kalıbına değil, ondaki rûha, Hakk'a secde ediyoruz" dediler.
Bu mânâyı yaşadığımız zaman, Hakk dostlarının rûh dünyasına tevessül etmekte neden bir beis olsun?
Allah'ın, insanın kalbine nazar ettiği gerçeğini Peygamberimiz şöyle anlatıyor: "Şüphe yok ki, Allah Teâlâ Hazretleri sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat O sizin ancak kalplerinize ve amellerinize bakar/nazar eder."
Cenâb-ı Hakk'ın nazar ettiği kalp nurlanır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.a.) duasında bu nuru istemişti:
İbn Abbâs'tan, "Bir gece Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve âlihi) namazdan sonra şöyle dua ettiğini duydum:
Allah'ım! Kalbime nur verip aydınlat, kabrime nur verip aydınlat! Önüme nur verip aydınlat, arkama nur verip aydınlat! Sağıma nur verip aydınlat, soluma nur verip aydınlat! Üstüme nur verip aydınlat, altıma nur verip aydınlat! Kulağıma nur verip aydınlat, gözüme nur verip aydınlat! Saçıma nur verip aydınlat, derime nur verip aydınlat! Etime nur verip aydınlat, kanıma nur verip aydınlat! Beynime nur verip aydınlat, kemiğime nur verip aydınlat! Allah'ım! Benim için nuru(mu) büyüt ve bana bir nur ver! Benim için bir nur daha ver!"
İnsan-ı kâmil, Allah'ın, kalbine nazar edip nurlandırdığı bahtiyar insandır. Bir başka ifade ile insan-ı kâmil Allah'ın tecelli ettiği ve Hz. Mûsâ'nın teveccüh ettiği dağ ve ağaç gibidir.
O hâlde, insan-ı kâmile rabıta, onun etine-kemiğine değil, onda tecelli eden Hakk'adır. Acınır o kimselere ki, böyle ulu'l-azim Hakk dostlarından mahrumdurlar da bu mahrumiyet onları rabıta konusunda şaşırtmıştır. Onlar insan-ı kâmile teveccühü, o kâmile uluhiyet izafe etmek şeklinde zannetmişler ve böylece büyük bir fesada sürüklenmişlerdir.
İnsan-ı kâmil nazargâh-ı İlâhî olduğuna göre, onlara teveccüh, onların şahsına değil, onlara tecelli eden Cenâb-ı Hakk'adır. Cenâb-ı Hakk sebepleri halketmiştir. O'na vuslat da ancak sebeplere tevessül ile mümkündür. Peygamberimiz dahi Mi'rac'da Cenâbı Hakk ile görüşmeden evvel Sidre-i Müntehâ'ya kadar Hz. Cebrail (a.s.) ile gitmiştir. Oradan öteye "Refref/Aşk" ile seyrine devam etmiştir.
Ve yine, Hz. Mûsâ 'ilm-i ledün'ü öğrenmek istediği zaman ona muallim olarak Hz. Hızır tayin edildi.
Bu hususta Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
Musa ona, 'Sana öğretilenden, bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı?' dedi."
Kehf Sûresi'nde anlatılan Hz. Hızır ve Hz. Mûsâ'nın kıssasında ilm-i ledün sırlarıyla ilgili birçok hakikat anlatılmaktadır.
Ve yine sahabe, Peygamberimizi vesile ederek Cenâb-ı Hakk'a iltica ederlerdi. Peygamberimizin rıhletinden sonra, amcası Hz. Abbâs'ı vesile ederlerdi.
Bu hususta şu hadis çok mânidardır: "Ömer, kıtlık olduğu dönemde yağmur duası yaptığı zaman, "Abbâs'ın yüzü suyu hürmetine" der ve şöyle dua ederdi: "Allah'ım biz, Sana Peygamberinle tevessül eder Sen de bize rahmet verirdin; şimdi ise Peygamberinin amcasıyla tevessül ediyoruz; ne olur -onun yüzü suyu hürmetine- bize yağmur ihsan et!"
Duanın ardından bolca yağmur yağardı.
Keza Hz. Ebu Bekir (r.a.) harbe çıkacağı zaman Hz. Abbâs'la (r.a.) Medine'nin dışına çıkar ve ona, "Ya Abbâs, sen yardım duasında bulun, ben de amin diyeyim. Ben umarım ki, Nebiyy-i Ekrem'e (s.a.a.) yakınlığın dolayısıyla duan boşa çıkmaz" derdi.
Bu âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, kulun Allah'a takarrub etmesi/yakınlaşması mutlaka bir vasıta ile mümkündür. Bu vasıtalar sırası ile resuller, nebiler, velilerdir.
Kâinat ve onu tasarrufa yetkili kılınan insanlığın sebeb-i vücudu olması bakımından tavassut müessesesi Hz. Peygamber ile başlar Hz. Âdem ile sona erer.
Peygamberimiz Hz. Muhammed'den sonra ulvi vazifeyi ümmetinden insan-ı kâmil dediğimiz zevât yerine getirmiştir. Kıyâmet'e kadar da bu mânevî vazife devam edecektir.
Kulun Allah'a takarrubunda/ yakınlaşmasında bu husus, Allah'ın kanunudur. Allah (c.c.) nasıl ki dünyayı aydınlatmada güneşi, yağmuru yağdırmada bulutu, bitkiyi bitirmede toprağı sebep olarak yaratmışsa, kulun vuslatında da insan-ı kâmili beşeriyete ikram etmiştir." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
Bu noktada şöyle bir soru akla gelebilir: "Acaba rabıta kul ile Allah arasına girmek midir?"
Bu sorunun cevabı iki nükte ile verilebilir:
Rabıtada kul, kendi varlığını terk edip insan-ı kâmilin varlığına bürünerek, sanki ortada olan kendi değil de odur diye düşünerek onun eli ve dili ile Hakk'a yalvarmakta, müracaat etmektedir. Bu varlıktan soyunma hâli nefsin terbiyesinde, ben davasından vazgeçmede en müessir yoldur.
Allah, velilerin ve nebilerin derece ve mertebesine göre, gönüllerine tecelli eder. Cenâb-ı Hakk eşyaya da tecelli eder. Bunun mümkün olabileceğini Mûsâ (a.s.) ile ilgili şu hadise bize göstermektedir:
"Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tûr'a) gelip de Rabbi onunla konuşunca, 'Rabbim! Bana (kendini) göster; seni göreyim!' dedi. (Rabbi), 'Sen Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de Beni göreceksin!' buyurdu.
Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim."
İtikatta mezhep imamımız İmam Ebu Mansur Maturidî bu âyeti tecellinin hak olduğuna ve Cemâlullah'ı müşahade etmenin mümkün olduğuna delil göstermiştir.
Ve yine mukaddes vadide Cenâb-ı Hakk, Hz. Mûsâ'ya bir ağaçtan hitap etti: "Muhakkak ki Ben, evet Ben senin Rabb'inim! Hemen pabuçlarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuvâ'dasın!"
Allah dağa ve ağaca tecelli eder de insan ağacına ve dağına tecelli etmez mi? Cenâb-ı Hakk meleklere, "Âdem'e secde edin" emrini verdi. Melekler bu emri hemen yerine getirdi. İblis ise, kibirlendi, kâfirlerden oldu.
Âyet-i kerimede; "Meleklere,'Âdem'e secde edin!' demiştik. İblis'in dışında hepsi secde ettiler. İblis, 'Ben çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim!' dedi" buyuruluyor.
Allah, "Âdem'e secde edin "derken, "ona tapın" mı diyor? Hayır. "Ben, ona ruhumdan üfledim "buyurmuştu.
Bu gerçek, âyet-i kerimede şöyle ifade edilir: "Artık ben ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman siz hemen onun için secde ediciler olarak yere kapanın."
Melâike-i kiram hazerâtı bu nükteyi kavradı. "Evet, biz secde ediyoruz ama onun toprak kalıbına değil, ondaki rûha, Hakk'a secde ediyoruz" dediler.
Bu mânâyı yaşadığımız zaman, Hakk dostlarının rûh dünyasına tevessül etmekte neden bir beis olsun?
Allah'ın, insanın kalbine nazar ettiği gerçeğini Peygamberimiz şöyle anlatıyor: "Şüphe yok ki, Allah Teâlâ Hazretleri sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat O sizin ancak kalplerinize ve amellerinize bakar/nazar eder."
Cenâb-ı Hakk'ın nazar ettiği kalp nurlanır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.a.) duasında bu nuru istemişti:
İbn Abbâs'tan, "Bir gece Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve âlihi) namazdan sonra şöyle dua ettiğini duydum:
Allah'ım! Kalbime nur verip aydınlat, kabrime nur verip aydınlat! Önüme nur verip aydınlat, arkama nur verip aydınlat! Sağıma nur verip aydınlat, soluma nur verip aydınlat! Üstüme nur verip aydınlat, altıma nur verip aydınlat! Kulağıma nur verip aydınlat, gözüme nur verip aydınlat! Saçıma nur verip aydınlat, derime nur verip aydınlat! Etime nur verip aydınlat, kanıma nur verip aydınlat! Beynime nur verip aydınlat, kemiğime nur verip aydınlat! Allah'ım! Benim için nuru(mu) büyüt ve bana bir nur ver! Benim için bir nur daha ver!"
İnsan-ı kâmil, Allah'ın, kalbine nazar edip nurlandırdığı bahtiyar insandır. Bir başka ifade ile insan-ı kâmil Allah'ın tecelli ettiği ve Hz. Mûsâ'nın teveccüh ettiği dağ ve ağaç gibidir.
O hâlde, insan-ı kâmile rabıta, onun etine-kemiğine değil, onda tecelli eden Hakk'adır. Acınır o kimselere ki, böyle ulu'l-azim Hakk dostlarından mahrumdurlar da bu mahrumiyet onları rabıta konusunda şaşırtmıştır. Onlar insan-ı kâmile teveccühü, o kâmile uluhiyet izafe etmek şeklinde zannetmişler ve böylece büyük bir fesada sürüklenmişlerdir.
İnsan-ı kâmil nazargâh-ı İlâhî olduğuna göre, onlara teveccüh, onların şahsına değil, onlara tecelli eden Cenâb-ı Hakk'adır. Cenâb-ı Hakk sebepleri halketmiştir. O'na vuslat da ancak sebeplere tevessül ile mümkündür. Peygamberimiz dahi Mi'rac'da Cenâbı Hakk ile görüşmeden evvel Sidre-i Müntehâ'ya kadar Hz. Cebrail (a.s.) ile gitmiştir. Oradan öteye "Refref/Aşk" ile seyrine devam etmiştir.
Ve yine, Hz. Mûsâ 'ilm-i ledün'ü öğrenmek istediği zaman ona muallim olarak Hz. Hızır tayin edildi.
Bu hususta Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
Musa ona, 'Sana öğretilenden, bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı?' dedi."
Kehf Sûresi'nde anlatılan Hz. Hızır ve Hz. Mûsâ'nın kıssasında ilm-i ledün sırlarıyla ilgili birçok hakikat anlatılmaktadır.
Ve yine sahabe, Peygamberimizi vesile ederek Cenâb-ı Hakk'a iltica ederlerdi. Peygamberimizin rıhletinden sonra, amcası Hz. Abbâs'ı vesile ederlerdi.
Bu hususta şu hadis çok mânidardır: "Ömer, kıtlık olduğu dönemde yağmur duası yaptığı zaman, "Abbâs'ın yüzü suyu hürmetine" der ve şöyle dua ederdi: "Allah'ım biz, Sana Peygamberinle tevessül eder Sen de bize rahmet verirdin; şimdi ise Peygamberinin amcasıyla tevessül ediyoruz; ne olur -onun yüzü suyu hürmetine- bize yağmur ihsan et!"
Duanın ardından bolca yağmur yağardı.
Keza Hz. Ebu Bekir (r.a.) harbe çıkacağı zaman Hz. Abbâs'la (r.a.) Medine'nin dışına çıkar ve ona, "Ya Abbâs, sen yardım duasında bulun, ben de amin diyeyim. Ben umarım ki, Nebiyy-i Ekrem'e (s.a.a.) yakınlığın dolayısıyla duan boşa çıkmaz" derdi.
Bu âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere, kulun Allah'a takarrub etmesi/yakınlaşması mutlaka bir vasıta ile mümkündür. Bu vasıtalar sırası ile resuller, nebiler, velilerdir.
Kâinat ve onu tasarrufa yetkili kılınan insanlığın sebeb-i vücudu olması bakımından tavassut müessesesi Hz. Peygamber ile başlar Hz. Âdem ile sona erer.
Peygamberimiz Hz. Muhammed'den sonra ulvi vazifeyi ümmetinden insan-ı kâmil dediğimiz zevât yerine getirmiştir. Kıyâmet'e kadar da bu mânevî vazife devam edecektir.
Kulun Allah'a takarrubunda/ yakınlaşmasında bu husus, Allah'ın kanunudur. Allah (c.c.) nasıl ki dünyayı aydınlatmada güneşi, yağmuru yağdırmada bulutu, bitkiyi bitirmede toprağı sebep olarak yaratmışsa, kulun vuslatında da insan-ı kâmili beşeriyete ikram etmiştir." (Prof. Dr. Haydar Baş Dua ve Zikir eserinden)
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.