Teröristbaşı Öcalan’dan önce İmralı Adası
Bugün adanın ismi çoğu kişi için bambaşka çağrışımlar taşısa da, geçmişi hâlâ rüzgârla fısıldar: İnsanlardan çok doğanın hüküm sürdüğü, küçük ama anlamlı bir ada geçmişi…
21.11.2025 16:30:00
Bayram ÇOŞGUN
Bayram ÇOŞGUN





Marmara Denizi'nin ortasında, karaya ne çok uzak ne de çok yakın duran küçük bir kara parçası…
İmralı Adası, bugünün yoğun siyasi çağrışımlarından çok önce, kendi içine kapanık ritimleri ve sert doğasıyla var olmuş bir yerdi. Adanın karakteri, insan sesinden çok rüzgârın uğultusuyla, dalgaların pürüzlü taşlara çarpmasıyla şekillenirdi.
İmralı, Osmanlı döneminin son yıllarından itibaren balıkçılar için doğal bir sığınak, denizciler içinse Marmara'nın ortasında tanıdık bir işaret noktasıydı. Yüzyılın başında adanın etrafında dolaşan kayıkçıların anlattıkları, sessizliğin hâkim olduğu, gün doğumuyla birlikte sislerin içinde kaybolan bir adayı betimlerdi. Bitki örtüsü seyrek, zemin ise kimi yerde taşlık, kimi yerde makilikti; ama ada küçük olmasına rağmen kendi ekosistemini yaratmıştı.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ada, Türkiye'nin kapalı yaşam alanlarından biri olarak yeni bir misyona sahip oldu: 1935'te açılan cezaevi. Fakat bu cezaevi, kalın duvarlarla çevrili karanlık bir yapı değil; daha çok, mahkûmların gökyüzüyle temasını kesmeyen açık cezaevi düzenini barındıran kendine özgü bir yerdi. Mahkûmlar tarım yapar, marangozlukla uğraşır, kimi zaman balıkçılara yardım ederdi. Ada, cezayı yalnızlaştırma yoluyla değil, doğayla baş başa kalma yoluyla hissettiren bir mekân kimliği kazanmıştı.
İmralı'nın en ilginç yanlarından biri, mahkûmlar dışında neredeyse kimsenin adaya ayak basmamasıydı. Bu durum, adayı dış dünyadan tamamen soyutlanmış bir zaman kapsülüne dönüştürüyordu. Rüzgârın taşıdığı iyot kokusu, cezaevi seslerinden çok daha baskındı. Bahar aylarında kıyıya vuran yosunların keskin kokusu, yazın kavurucu güneşi ve kışın denizin getirdiği o metalik soğuk, adanın yıl döngüsünü belirliyordu.
Öcalan'dan önce İmralı, siyasi tartışmaların değil, daha çok yalnızlığın, çetin doğa koşullarının ve kendine has çalışma düzeninin adıydı. Ada, Türkiye coğrafyasının sessiz ama derin bir parçasıydı; denize atılan bir taşın bile yankısını duyuracak kadar ıssız, fakat her gün başka bir yüzünü gösterecek kadar canlı.
İmralı Adası, bugünün yoğun siyasi çağrışımlarından çok önce, kendi içine kapanık ritimleri ve sert doğasıyla var olmuş bir yerdi. Adanın karakteri, insan sesinden çok rüzgârın uğultusuyla, dalgaların pürüzlü taşlara çarpmasıyla şekillenirdi.
İmralı, Osmanlı döneminin son yıllarından itibaren balıkçılar için doğal bir sığınak, denizciler içinse Marmara'nın ortasında tanıdık bir işaret noktasıydı. Yüzyılın başında adanın etrafında dolaşan kayıkçıların anlattıkları, sessizliğin hâkim olduğu, gün doğumuyla birlikte sislerin içinde kaybolan bir adayı betimlerdi. Bitki örtüsü seyrek, zemin ise kimi yerde taşlık, kimi yerde makilikti; ama ada küçük olmasına rağmen kendi ekosistemini yaratmıştı.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ada, Türkiye'nin kapalı yaşam alanlarından biri olarak yeni bir misyona sahip oldu: 1935'te açılan cezaevi. Fakat bu cezaevi, kalın duvarlarla çevrili karanlık bir yapı değil; daha çok, mahkûmların gökyüzüyle temasını kesmeyen açık cezaevi düzenini barındıran kendine özgü bir yerdi. Mahkûmlar tarım yapar, marangozlukla uğraşır, kimi zaman balıkçılara yardım ederdi. Ada, cezayı yalnızlaştırma yoluyla değil, doğayla baş başa kalma yoluyla hissettiren bir mekân kimliği kazanmıştı.
İmralı'nın en ilginç yanlarından biri, mahkûmlar dışında neredeyse kimsenin adaya ayak basmamasıydı. Bu durum, adayı dış dünyadan tamamen soyutlanmış bir zaman kapsülüne dönüştürüyordu. Rüzgârın taşıdığı iyot kokusu, cezaevi seslerinden çok daha baskındı. Bahar aylarında kıyıya vuran yosunların keskin kokusu, yazın kavurucu güneşi ve kışın denizin getirdiği o metalik soğuk, adanın yıl döngüsünü belirliyordu.
Öcalan'dan önce İmralı, siyasi tartışmaların değil, daha çok yalnızlığın, çetin doğa koşullarının ve kendine has çalışma düzeninin adıydı. Ada, Türkiye coğrafyasının sessiz ama derin bir parçasıydı; denize atılan bir taşın bile yankısını duyuracak kadar ıssız, fakat her gün başka bir yüzünü gösterecek kadar canlı.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
















































































