İnsanlar gibi toplumlar da hasta olur. Toplumların hastalıkları, bulaşıcıdır ve süratle yayılır. Aynı toplumda yaşadığı halde, toplumsal hastalığa yakalanmayanlar mutlaka bulunur. Bu kişilerin görevi, toplumu toplumsal hastalıktan kurtarmaya çalışmaktır. Bazı toplumlar, toplumsal hastalıklara karşı dayanıklıdır. Uzun süre toplumsal hastalıklar, o toplumlarda görülmez. Bazen de toplum küçük iken, küçük olan toplumsal hastalık, toplumla birlikte büyür. Toplumsal hastalıklardan biri, belki de en büyüğü ırkçılıktır. Çok kere, milletini sevmek anlamındaki olumlu milliyetçilik ile ırkçılık birbirine karıştırılır.
İslam’da ırkçılık şiddetle yasaklanmıştır. Buna rağmen bazı Müslümanlar, Batılı ajanların oyununa gelerek, ırkçılık yapmış ve ümmetin bölünmesine, parçalanmasına sebep olmuştur. Maalesef, aynı oyun yine oynanıyor ve birçokları aynı oyuna yine geliyor. Bu toplumsal hastalığı İslâm ümmetine bulaştırmak için İngiliz Sömürgeler Bakanlığı, görevlendirdiği ajanlarına 18. yüzyılda şöyle talimat vermiştir: “Müslümanların ırkçı ve milliyetçi duyguları kamçılanarak eski kültür, dil ve tarihe sıkı sıkıya bağlı olmalarına neden olan düşünceleri ortadan kaldırılmalıdır. Meselâ Mısır’da Firavunluk’u gündemde tutmak, İran’da Zerdüştlüğü canlandırmak ve Mezopotamya bölgesinde putperestliği yeniden gündeme getirmek gibi.” (Bkz. Prof. Dr. Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, s. 104).
Ne yazık ki, Türk milletinden de ırkçılık hastalığına yakalananların sayısı, her geçen gün artmaktadır. Bu hastalık sonucudur ki, çok eskilerden beri siyasi bir kimlik olarak kullanılan “Türk” kelimesine savaş açılmış. Hâlbuki Anadolu’da İslâmlaşmak ile Türkleşmek birlikte gerçekleşmiştir. Başka bir ifadeyle, Anadolu’da nüfusun büyük bölümü, İslâmlaşma yoluyla Türk kimliğini kazanmış yerel halklardır. Bu, milletlerin oluşumunda dinin, ırktan daha etkili olduğunu gösteren tarihi ve sosyolojik bir olaydır. Türk, etnik bir kimliği ifade etmediği içindir ki, asırlarca Anadolu’da üst kimlik olarak kabul edilmiştir. Üst kimliğin çözülmesi ve alt kimliklerin öne çıkması için yoğun gayret sarf ediliyor. Amaç, ayrı dil kullanan alt kimlik sahiplerine, ayrı bir millet fikrini aşılamaktır.
Müslüman olan bir kişinin, bu oyuna gelmemesi gerekir. Çünkü İslâm medeniyetinde millet, aynı dili konuşanlardan değil, aynı medeniyeti paylaşanlardan oluşur. Aynı dili konuşanlar, ayrı millet kabul edilirse, dünyada 5 binin üzerinde milletten söz etmek gerekir. Bunların her birinin ayrı bir devlet kurması, ne o topluluklar, ne de dünya için yararlıdır. Yararlı olsaydı, her ayrı dil konuşan topluluklar, ayrı devlet talebinde bulunurdu. Böyle bir talep geçmişte de, günümüzde de dünya gündeminde olmamış, gelecekte de olmayacaktır. Ama ne var ki, ülkeleri karıştırmak ve sömürmek isteyen sömürücü güçler, ilk olarak ayrı dil konuşanlara kanca atar, ayrı devlet vaadiyle onları kışkırtırlar.
Aslında insanlık için yararlı olan, her ayrı dil konuşanın ayrı millet sayılması ve devlet kurması değildir. Dil, kültür, hatta din bakımından ayrı olanların bile siyasal ve ekonomik birlik kurmaları ve bir devlet idaresinde yaşamaları mümkündür. Pierre Trudeau der ki: “Farklı ırkları tatmin etmeyen bir devlet, kendi kendini mahkûm eder. O toplulukları asimile etmeye, ya da kovmaya çalışan bir devlet, ana temelinden yoksun kalmış demektir.” Demek ki, insanlığın yararı, farklılıkları koruyarak birlik ve beraberlik içerisinde yaşamaktır. Bunu da en güzel şekilde başaran ve dünyaya örnek olan ecdadımızdır. Günümüzde de aynı başarıyı gösterme imkânına sahibiz. Yeter ki, milletimizi toplumsal hastalıklardan koruyalım ve küresel tuzaklara düşmesine engel olalım.
İslam’da ırkçılık şiddetle yasaklanmıştır. Buna rağmen bazı Müslümanlar, Batılı ajanların oyununa gelerek, ırkçılık yapmış ve ümmetin bölünmesine, parçalanmasına sebep olmuştur. Maalesef, aynı oyun yine oynanıyor ve birçokları aynı oyuna yine geliyor. Bu toplumsal hastalığı İslâm ümmetine bulaştırmak için İngiliz Sömürgeler Bakanlığı, görevlendirdiği ajanlarına 18. yüzyılda şöyle talimat vermiştir: “Müslümanların ırkçı ve milliyetçi duyguları kamçılanarak eski kültür, dil ve tarihe sıkı sıkıya bağlı olmalarına neden olan düşünceleri ortadan kaldırılmalıdır. Meselâ Mısır’da Firavunluk’u gündemde tutmak, İran’da Zerdüştlüğü canlandırmak ve Mezopotamya bölgesinde putperestliği yeniden gündeme getirmek gibi.” (Bkz. Prof. Dr. Haydar Baş, Dini ve Milli Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, s. 104).
Ne yazık ki, Türk milletinden de ırkçılık hastalığına yakalananların sayısı, her geçen gün artmaktadır. Bu hastalık sonucudur ki, çok eskilerden beri siyasi bir kimlik olarak kullanılan “Türk” kelimesine savaş açılmış. Hâlbuki Anadolu’da İslâmlaşmak ile Türkleşmek birlikte gerçekleşmiştir. Başka bir ifadeyle, Anadolu’da nüfusun büyük bölümü, İslâmlaşma yoluyla Türk kimliğini kazanmış yerel halklardır. Bu, milletlerin oluşumunda dinin, ırktan daha etkili olduğunu gösteren tarihi ve sosyolojik bir olaydır. Türk, etnik bir kimliği ifade etmediği içindir ki, asırlarca Anadolu’da üst kimlik olarak kabul edilmiştir. Üst kimliğin çözülmesi ve alt kimliklerin öne çıkması için yoğun gayret sarf ediliyor. Amaç, ayrı dil kullanan alt kimlik sahiplerine, ayrı bir millet fikrini aşılamaktır.
Müslüman olan bir kişinin, bu oyuna gelmemesi gerekir. Çünkü İslâm medeniyetinde millet, aynı dili konuşanlardan değil, aynı medeniyeti paylaşanlardan oluşur. Aynı dili konuşanlar, ayrı millet kabul edilirse, dünyada 5 binin üzerinde milletten söz etmek gerekir. Bunların her birinin ayrı bir devlet kurması, ne o topluluklar, ne de dünya için yararlıdır. Yararlı olsaydı, her ayrı dil konuşan topluluklar, ayrı devlet talebinde bulunurdu. Böyle bir talep geçmişte de, günümüzde de dünya gündeminde olmamış, gelecekte de olmayacaktır. Ama ne var ki, ülkeleri karıştırmak ve sömürmek isteyen sömürücü güçler, ilk olarak ayrı dil konuşanlara kanca atar, ayrı devlet vaadiyle onları kışkırtırlar.
Aslında insanlık için yararlı olan, her ayrı dil konuşanın ayrı millet sayılması ve devlet kurması değildir. Dil, kültür, hatta din bakımından ayrı olanların bile siyasal ve ekonomik birlik kurmaları ve bir devlet idaresinde yaşamaları mümkündür. Pierre Trudeau der ki: “Farklı ırkları tatmin etmeyen bir devlet, kendi kendini mahkûm eder. O toplulukları asimile etmeye, ya da kovmaya çalışan bir devlet, ana temelinden yoksun kalmış demektir.” Demek ki, insanlığın yararı, farklılıkları koruyarak birlik ve beraberlik içerisinde yaşamaktır. Bunu da en güzel şekilde başaran ve dünyaya örnek olan ecdadımızdır. Günümüzde de aynı başarıyı gösterme imkânına sahibiz. Yeter ki, milletimizi toplumsal hastalıklardan koruyalım ve küresel tuzaklara düşmesine engel olalım.
M. Hilmi Yıldırım / diğer yazıları
- İnsan hakları ve ihlâlleri / 01.02.2019
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018
- Sömürü ve şahsiyetli insan / 21.01.2019
- Ekonomik kararlar ve insan davranışları / 09.01.2019
- Medeniyetlerin etkileşimi / 20.12.2018
- Ekonomide bitmeyen tartışma / 12.12.2018
- İletişim çağında iletişimsizlik / 22.11.2018
- Öngörülerdeki isabetsizlikler / 09.11.2018
- Küresel ekonomi ve ülke ekonomileri / 22.10.2018
- Adaletsiz ekonomi / 11.10.2018
- Ekonomide milli strateji / 18.09.2018