Sartre 1960 yıllara kadar Fransız düşüncesinin rakipsiz süper yıldızı olarak kaldı. Varoluşçuluğun erken tükenişine dayanamayan Sartre, varoluşculuğu Marksizm ile bağdaştırmak istemesi aynı zamanda onun da yıldızının kaymasına neden olacaktı. Kimileri çözümselliğe yönelirken, kimileri de geleneği sürdürmek için yeni yeni bir şeyler oluşturuyorlardı artık.
Bu sırada düşünce buhranında Foucault, Derrida, Putnam gibileri batının geçmiş tarihinden hiç el atılmamış konularına yöneldiler. Özellikle Faucault varoluşçuluğun yıkıntıları arasından yükselen bir entelektüel çığlık: Yapısalcılığın dört sesinden birisi olmaya çalıştı. Fakat ne gariptir ki; Foucault her seferinde Yapısalcılıktan nefret ettiğini, kesinlikle ne Marksist, ne de Freudyen hele hele Yapısalcı olmadığını söylerdi.
Bu nedenle karmaşık, neredeyse anlaşılmayan bir entelektüel fenomen olan bu şahıs, Batı mantığına radikal muhalefetler ve cesur çıkışlar da yapmamış değil... Sözgelişi, Humeyni'nin İran devrimini bir ağızdan Batının parlak filozofları te'lin ederken o, herkesi şaşırtarak tek başına "İslam devrimini" desteklemiştir. Deyim yerindeyse onu mitleştirerek kahraman haline getiren taraftarlarını, hayal kırıklığına uğratmaktan çekinmemişti.
Aslında bu çağdaş felsefenin, yeni bir şey üretememesi, ne yapacağını ve nasıl bir karar kılacağını bilmezliğinin verdiği bir bunaltıydı sadece...
20. yüzyıl insanlığı yok etmek, insanı yeniden yaratmak hevesiyle ve biyoteknoloji yoluyla çoğaltmak yeteneğini Tanrının elinden almaya kalkmasına şahit oldu. Etrafı saran bu modern sahte imgelerin, zaman ve mekânın dalgalarıyla havadaki uydu mesajlarının karışmasından oluşan medyasferden, 21. yüzyıl ne tür bir insan ortaya çıkaracak?
İşte bu çetrefilli soru, çağdaş filozofları postmodern denilen düşüncelere götürmüştür. Sözgelişi bu filozoflardan Giddins, modern insanın geleneksel tarihi süreklilik duygusunu yitirdiğini, bu nedenle de bu insanın kimliğinin zayıf, kırılgan ve parçalanmış olduğuna dikkat çeker. Dolayısıyla böyle bir insanın felsefecileri de buna uygun olacaklar. Daha kötüsü ise, eski felsefe geleneksel sömürgecilik, devrim ve savaşma ihtiraslarını körüklerdi; çağdaş felsefeciler ise, sibernetik veya elektronik sömürgecilik, hayal kırıklığı ve çaresizlik duygularıyla kaotik duyguları artırıyorlar.
İnsanlığa maverayı yasaklayarak, masivada boğan böyle bir felsefe ancak Albert Camus'nün metafizik sorusuna gelir:
"Niçin intihar etmeyelim?"
Bu sırada düşünce buhranında Foucault, Derrida, Putnam gibileri batının geçmiş tarihinden hiç el atılmamış konularına yöneldiler. Özellikle Faucault varoluşçuluğun yıkıntıları arasından yükselen bir entelektüel çığlık: Yapısalcılığın dört sesinden birisi olmaya çalıştı. Fakat ne gariptir ki; Foucault her seferinde Yapısalcılıktan nefret ettiğini, kesinlikle ne Marksist, ne de Freudyen hele hele Yapısalcı olmadığını söylerdi.
Bu nedenle karmaşık, neredeyse anlaşılmayan bir entelektüel fenomen olan bu şahıs, Batı mantığına radikal muhalefetler ve cesur çıkışlar da yapmamış değil... Sözgelişi, Humeyni'nin İran devrimini bir ağızdan Batının parlak filozofları te'lin ederken o, herkesi şaşırtarak tek başına "İslam devrimini" desteklemiştir. Deyim yerindeyse onu mitleştirerek kahraman haline getiren taraftarlarını, hayal kırıklığına uğratmaktan çekinmemişti.
Aslında bu çağdaş felsefenin, yeni bir şey üretememesi, ne yapacağını ve nasıl bir karar kılacağını bilmezliğinin verdiği bir bunaltıydı sadece...
20. yüzyıl insanlığı yok etmek, insanı yeniden yaratmak hevesiyle ve biyoteknoloji yoluyla çoğaltmak yeteneğini Tanrının elinden almaya kalkmasına şahit oldu. Etrafı saran bu modern sahte imgelerin, zaman ve mekânın dalgalarıyla havadaki uydu mesajlarının karışmasından oluşan medyasferden, 21. yüzyıl ne tür bir insan ortaya çıkaracak?
İşte bu çetrefilli soru, çağdaş filozofları postmodern denilen düşüncelere götürmüştür. Sözgelişi bu filozoflardan Giddins, modern insanın geleneksel tarihi süreklilik duygusunu yitirdiğini, bu nedenle de bu insanın kimliğinin zayıf, kırılgan ve parçalanmış olduğuna dikkat çeker. Dolayısıyla böyle bir insanın felsefecileri de buna uygun olacaklar. Daha kötüsü ise, eski felsefe geleneksel sömürgecilik, devrim ve savaşma ihtiraslarını körüklerdi; çağdaş felsefeciler ise, sibernetik veya elektronik sömürgecilik, hayal kırıklığı ve çaresizlik duygularıyla kaotik duyguları artırıyorlar.
İnsanlığa maverayı yasaklayarak, masivada boğan böyle bir felsefe ancak Albert Camus'nün metafizik sorusuna gelir:
"Niçin intihar etmeyelim?"
Adnan Ulutaş / diğer yazıları
- Bir medeniyetin iflası nedir bilir misin? / 23.07.2002
- Demokrasi kabusu / 17.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-II / 12.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-I / 11.07.2002
- Hangi zaman? / 10.07.2002
- Hangi ruh? / 09.07.2002
- Zulmün hukuku olmaz / 03.07.2002
- Batının ahlâksız hayatı! / 25.06.2002
- Avrupalaşma ihaneti / 19.06.2002
- Alçaklığın adı hukuk oldu! / 16.05.2002
- Demokrasi kabusu / 17.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-II / 12.07.2002
- Avrupalılaşmanın neresindeyiz'-I / 11.07.2002
- Hangi zaman? / 10.07.2002
- Hangi ruh? / 09.07.2002
- Zulmün hukuku olmaz / 03.07.2002
- Batının ahlâksız hayatı! / 25.06.2002
- Avrupalaşma ihaneti / 19.06.2002
- Alçaklığın adı hukuk oldu! / 16.05.2002