Özgürlükten yoksun bırakma, insan onurundan yoksun bırakma anlamına gelmez.
Cezaevlerinde uygulanan infaz rejimi, hukuk devletinin gerçek sınav alanıdır.
Ceza infaz kurumları, özgürlüğün hukuken sınırlandığı mekânlardır. Ancak bu sınırlandırma, insan onurunun askıya alınması sonucunu doğuramaz.
Hukuk devleti ilkesinin özü, devletin en güçlü olduğu alanlarda dahi bireyin temel haklarını koruyabilmesidir.
Bu nedenle tutuklu ve hükümlüler "suçun niteliği, mahkûmiyetin türü ya da siyasi içerikli olup olmadığına bakılmaksızın" yaşam hakkı, maddi ve manevi bütünlük ile insan onuruna saygı çerçevesinde muamele görmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 17. maddesi, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkını güvence altına alır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 2. maddesi yaşam hakkını, 3. maddesi insanlık dışı ve onur kırıcı muameleyi mutlak biçimde yasaklar. 8. maddesi ise özel ve aile hayatına saygıyı düzenler.
Bu hükümler, cezaevlerinde bulunan kişiler bakımından devlete artırılmış bir özen yükümlülüğü yükler.
Zira özgürlüğünden yoksun bırakılan birey, kendini koruma ve yaşam koşullarını belirleme imkânından büyük ölçüde mahrumdur.
Cezaevlerinde uzun süredir devam eden yapısal sorunlar göz ardı edilemez.
Aşırı doluluk, yetersiz beslenme, sınırlı sağlık hizmetleri, pahalı kantinler, kısıtlı sosyal faaliyetler ve iletişim haklarına getirilen ölçüsüz sınırlamalar infaz rejiminin kronik problemleri haline gelmiştir.
Bu tablo, F tipi cezaevlerinde uygulanan hücre sistemiyle daha ağır bir boyuta taşınmaktadır. Uzun süreli ve sistematik sosyal izolasyon, yalnızca fiziki değil, ciddi psikolojik sonuçlar da doğurmakta, insanı yavaş ve sessiz bir biçimde aşındırmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında da vurgulandığı üzere, uzun süreli tecrit ve yalıtım uygulamaları belirli koşullarda insanlık dışı veya onur kırıcı muamele yasağının ihlaline yol açabilir.
İnsan sosyal bir varlıktır, sürekli yalnızlık, ortak yaşamdan kopuş ve sınırlı temas, cezanın infazını aşan sonuçlar doğurur. Bu noktada ceza, özgürlükten yoksun bırakma olmaktan çıkar; yalnızlaştırma yoluyla derinleştirilmiş bir yaptırıma dönüşür.
Siyasi suç isnadıyla tutulan ya da hüküm giymiş kişiler açısından infaz rejimi ayrıca ele alınmalıdır. Aynı cezaevi sistemi içinde farklılaştırılmış ve ağırlaştırılmış uygulamaların, nesnel, ölçülü ve denetlenebilir gerekçelere dayanmaması halinde eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağı ihlal edilmiş olur.
Kitaplara, süreli yayınlara, mektuplara ve iletişim araçlarına getirilen keyfî kısıtlamalar, infazın amacını aşarak düşünce ve ifade özgürlüğüne müdahale niteliği taşımaktadır.
Düşünceyle ilişkilendirilen suçlarda, düşüncenin kendisinin fiilen tecrit edilmesi, hukuken kabul edilebilir değildir.
Bu koşullar altında bazı mahkûmların başvurduğu açlık grevleri, hukuki açıdan bir güvenlik sorunu olarak değil; ciddi ve süreklilik arz eden hak ihlali iddialarının bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.
Açlık grevleri şiddet içermeyen protesto biçimleridir.
Temel amaçları, insan onuruna uygun cezaevi koşullarının sağlanması, tecridin hafifletilmesi, sosyal temasın artırılması, sağlık hizmetlerine zamanında ve etkili erişim ile iletişim haklarının güvence altına alınmasıdır.
Bu talepler, hukuk düzeninin tanıdığı asgari standartlarla örtüşmektedir.
Devletin bu noktadaki yükümlülüğü yalnızca düzeni sağlamakla sınırlı değildir.
Yaşam hakkı, devlete sadece müdahale etmeme değil, koruma ve önleme yükümlülüğü de yükler.
Hukuken meşru çözüm yolu, baskı, geciktirme ya da görmezden gelme değil, etkili diyalog mekanizmalarının işletilmesi, bağımsız denetimlerin güçlendirilmesi ve infaz koşullarının insan onuruna uygun hale getirilmesidir.
Yaşanabilecek her ağır sağlık sonucu, yalnızca bireysel bir trajedi değil; devletin pozitif yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin de göstergesi olacaktır.
Hukuk devleti, gücünü cezalandırma kapasitesinden değil, en savunmasız durumdaki bireyi dahi koruya bilme yeteneğinden alır.
Cezaevleri bu anlamda hukukun vitrinidir.
Duvarların ardında yaşananlar, dışarıdaki hukuk anlayışının aynasıdır.
İnsan onuruna aykırı uygulamaların süreklilik kazanması, yalnızca bireysel hak ihlallerine değil, adalet duygusunun ve toplumsal barışın derin biçimde zedelenmesine yol açar.
Sonuç olarak, tutuklu ve hükümlülere, siyasi suç hükmüyle yatanlar da dâhil olmak üzere, insan onuruna uygun muamele sağlanması bir tercih değil, anayasal ve hukuki bir zorunluluktur.
Açlık grevleri, bastırılması gereken eylemler değil, infaz rejiminde yaşanan yapısal sorunlara ilişkin ciddiyetle ele alınması gereken uyarılardır. Yaşam hakkını korumak, devletin en asli görevidir.
Bu görev ihmal edildiğinde geriye yalnızca hukuki değil, tarihsel ve vicdani bir sorumluluk kalır.
- Hapishaneler: Hukukun sessiz sınavı / 17.12.2025
- Salıncak / 16.12.2025
- Âşık Daimi: Meydanda kalan söz / 15.12.2025
- Tarım çöküyor, fiyatlar el değil can yakıyor / 14.12.2025
- Orta direk çöktü mü? / 13.12.2025
- Makam mı marifet mi? / 12.12.2025
- Yazıyoooorrr! 'Müvezzi' / 11.12.2025
- 'Senin olan seni bulur. Hakk’ın terazisi, yolun sınavı, nasibin sırrı' / 10.12.2025
- Ankara'da BTP rüzgarı: 'İstikbal Biziz, Biz Geleceğiz' / 09.12.2025


















































































