Şiir, hikaye, roman, tiyatro, deneme, hatıra, velhasıl edebiyatın her çeşit yüceltici ve geliştirici berraklığı içerisinde dolaşmak; arı ve çiçek misali herbirinden ayrı ayrı lezzet almak, "Çiçek, sen kimsin?" diye sormadan, kendini hakiki güzele ulaştıran veya durmadan oraya doğru koşturan müşterek bir vadi olsa gerek sanat.Hatıra ve mektup türünden eserler edebiyatımızın apayrı bir yönünü teşkil eder. Bunlar; edebiyatçılarımızın - belki de- üstü kapalı kalmış sandığımız cephelerini daha samimi ifadelerle zikrederler. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mektupları gibi, Cahit Sıtkı'nın Ziya'ya Mektupları gibi, Mehmet Çınarlı'nın Sanatçı Dostlarım'ı ile Hatıraların Işığında'sı ve Mehmet Kaplan'ın Ali'ye Mektupları gibi...Bütün bunlar, bize, edebiyatın hakiki dünyasını yani iç dünyasını sunan, kendi vicdanlarının seslerini dinleyerek yazılan, belki de en yapmacıksız yazılardır. Ahmet Hamdi Tanpınar, mektupların birinde Mehmet Kaplan'a şöyle yazıyor: "Aziz Kaplan bana daima yaz. Cevap beklemeğe lüzum yok ki... Biz birbirimizle konuşmağa muhtaç insanlarız" (s.286). Bu ve bunun gibi samimi ifade hatta itirafları bir başka edebi yazıda bulmamız mümkün değildir. Bu bakımdan, hatıralar veya mektuplar edebi hafızada ayrı, müstakil ve mühim bir yer işgal eder ve etmelidir.Ali'ye Mektuplar'ı hazırlayarak kitap haline getiren Zeynep Kerman ve İnci Enginün hocalara bu vesileyle teşekkür borçluyuz. Mehmet Kaplan hocanın altmış yedi mektubunun ve iki günlük'ünün yer aldığı eser; sadece yazan şahsın günlük ve gelip geçici sıkıntı veya sevinçlerini değil, o döneme ait içtimai meselelerimizin de o sıkıntı veya sevinçlerle yoğrulmuş olarak ortaya konmasının veya çıkmasının mühim neticelerini de vermektedir.Mehmet Kaplan, 1940-1947 yılları arasında yazdığı bu mektuplarında -ki aşağı yukarı, 23-30 yaşları arasındadır- sanat, edebiyat ve fikri meselelerimiz üzerinde ne kadar sabırla, ne kadar ısrarla ve bitip tükenmek bilmeyen bir öneriyle hatta ne kadar cesurane bir şekilde çalıştığını ortaya koyar. Onun için her şey "düşünmek"tir. Hatta O'nun mektuplarına bakarak ondan sonraki nesillere diyorum ki; herhangi bir işle meşgul olmayan, birilerine göre doğru veya yanlış hiçbir şey düşünmeyen veya yapmayan, içinde bir nebze gelecek endişesi taşımayan, hizmet için hiçbir gayret göstermeyen, hatta kendisi için dahi bir ufacık cehd içerisinde bulunmayanların başkalarını tenkide ne hakları olabilir?Papağan gibi konuşmaktansa, bülbül gibi şakımak iyi değil midir? Kaplan Hoca bir mektubunda şöyle diyor: "Yaşamak bana, düşününce harikulade görünüyor... Düşünce ile hayat beraber gidince, yaşadığımızı düşünerek ömür sürersek, gördüğümüz her manzara bir mana, bir tat kazanıyor." (s.89)Mektuplar veya hatıralar, insanların daha yakından tanınmalarına vesile olan kıymetli vesikalardır. Psikolojilerini, iç dünyalarını, onları bu fikirleri yazmaya iten sebepleri bu tür yazılarda daha iyi anlayabilir ve tahlil edebiliriz. Mektup sahibi daha samimi ve resmiyetten uzaktır. Belki de böylece, tatsız hadiseler dahi, bu satırlarda ayrı bir güzelliğe bürünebiliyorlar. İnsanı, mekanik bir vasıta gibi kurulmuş olmaktan kurtarıyor. Kendisine karşı vuku bulması muhtemel tepkilerden sakındırıyor; ve rahatlatıyor. Bu rahatlık psikolojisi yeni bir edebiyat türü doğuruyor: Mektup! Kaplan Hoca, Türk fikir ve edebiyat hayatının büyük önderlerindendir. Bu tekniğin edebiyatımızda geliştirilmesinde de mühim rol oynamıştır. İşte O'nun yazmak ilkesi şu cümlelerinde kendini gösteriyor: "Makalelerin çoğunu intişar ettikten sonra ben de beğenmiyorum. Fakat beni düşündürdükleri, kendi tezat ve fikirlerimi gösterdikleri için, yazmakta devam edeceğim" (s.93). Bir insanın kendisini aşmasını başka türlü nasıl izah edebiliriz, bilemiyorum. Yine bir insanın kendisini mukayeseli olarak tenkid dairesi içerisinde bulundurması bundan başka nasıl olabilir? Kıskanç ve kıskançlığı hırs derecesine vardıran insanların ilimden nasib alamadıklarını biliriz. Kaplan Hoca gibi, ilmini her fırsatta en ufak birimlere kadar ulaştırmayı hedef alan kıymetlerimiz maalesef azdır. Bunun, O'nun gibi endişesini çekenlerimiz azdır. Daima düşünerek genişlemek, daima düşünerek ufuk açmak ve ufukta açılmak O'nda vardır. Edebi türlerde bilhassa şiir üzerinde duran ve şiirler yazan Kaplan Hoca, yazdığı şiirlere hep tereddütle bakmış; ilmi çalışmaları -sanıyorum ki- buna imkan vermemiştir. Bir mektubunda bunu şu satırlarla anlatmaktadır: "Edebi yazı yazmaktan gittikçe çekiniyorum. Evvelce hikaye yazmayı çok düşünürdüm, romanlar tasarladım. Şimdi nedense böyle ilhamlar pek nadir geliyor. Öyle zannediyorum ki ben ne hikayeci, ne de romancı olabileceğim. Bir münekkit, bir esseist belki. Yahut romana, hikayeye çok geç başlayacağım" (s.107).Kaplan Hoca, yazı yazmaktan değil, "edebi yazı" yazmaktan "çekiniyorum" diyor. Yazı O'nun için vazgeçilmesi imkansız bir tutkudur. Kaldı ki, yine de asla ümitsiz değildir. Kaplan Hoca'nın yazdıkları kadar nasıl yazdığı ve hangi şartlarda yazdığı da bence çok mühimdir. Alain'i Fransızcasından, Rilke'yi Almancasından okuyabildiği şartlarına iyi bakmak lazımdır. Bu mektupları yazdığı yaşlarda, henüz hayatının hiçbir cephesiyle kendine gülmediği zamanlardır. Hemen hemen her mektubunda, "kömür alacak param yok; mektubumu parasızlık yüzünden atamadım, ikisini birden attım; yatağımın içinde okuyorum veya yazıyorum" gibi ifadelere sık sık rastlamaktayız. Buna rağmen, "düşünmekten" hiçbir an korkmayan aksine meselelerin üzerine hücum edercesine giden yine kendisi olmaktadır. Ali'ye yazdığı 13.9.1943 tarihli mektubunda, O'nu harekete geçirmek için şöyle yazıyor: "İstiyorsun ki parmağını dokununca mermerden su aksın" (139). İbret alınacak mühim bir cümle! Hem de nesiller boyu! Mehmet Kaplan, ferdi halet-i ruhiyelerden içtimai hafızalara ve idraklere de seslenmektedir: "Bizim geri kalışımızın gizli sebepleri yok. Bütün sebepler ortada. Hatayı bile bile yapar, sonra şikayet ederiz" (s.121). Sosyal hayatımıza 1942'lerde vurduğu bu neşter, hala acısını hissettirmemiş olacak ki, aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı hep bu "şikayet"lerin birer temsilcisi olmaktan ileri gidemedik. Ali'ye mektuplar; bütün ömrünü "düşünmek" uğruna harcayan mümtaz bir ilim adamının 8-10 yıllık gençlik dönemindeki "samimi itirafları"dır. Bunlar tamamiyle, başkaları adınadır. Ferdi sıkıntılarına rağmen, başkalarının daha sıhhatli düşünmesi içindir. Bu bakımdan, Ali'ye Mektuplar'ı bilhassa -anabilim dalı ne olursa olsun- üniversite camiası (talebesi ve hocası dahil) okumalıdır. İlim nasıl yapılır, sanat nasıl vücut bulur; ilim ve sanat adamı hangi risklere ve ne için katlanmalıdır; bu kişiler cemiyetlerinin neresinde bulunmalıdır, gibi pek çok soruyu ve cevabı burada bulacaklardır. Son söz elbette yine O'nun: "Herkes kendi iradesi, kendi dünyası içinde bizzat uyanmalıdır" (s.202).
Misafir Kalem (A) / diğer yazıları
- Niçin organik cilt ürünlerini tercih etmeliyiz? / 01.06.2014
- Ali Ekber ARAS / 17.12.2013
- İbretlik ve dramatik bir olay: Yassıçemen Savaşı / 15.10.2012
- Savaşsız işgal ya da kaldırım taşlarını yemek / 12.10.2012
- Gavur Kadı / 21.09.2012
- Doğru söze ne denir? / 14.09.2012
- Süslü cümleler.... / 14.09.2012
- Çözümün önünden çekil! / 07.09.2012
- 2011'de neler olmadı' (Hüsamettin Çalışkan) / 04.01.2012
- Ölçülerden uzaklaşıldı (Harun KAYACI) / 01.01.2012
- Ali Ekber ARAS / 17.12.2013
- İbretlik ve dramatik bir olay: Yassıçemen Savaşı / 15.10.2012
- Savaşsız işgal ya da kaldırım taşlarını yemek / 12.10.2012
- Gavur Kadı / 21.09.2012
- Doğru söze ne denir? / 14.09.2012
- Süslü cümleler.... / 14.09.2012
- Çözümün önünden çekil! / 07.09.2012
- 2011'de neler olmadı' (Hüsamettin Çalışkan) / 04.01.2012
- Ölçülerden uzaklaşıldı (Harun KAYACI) / 01.01.2012