Hiç kimse kusurunu, günahını ve suçunu bir başkasına atmasın. Hele "batı" bunu kesinlikle yapmasın.
Bağdat ve Kudüs; yanlış hesapların, kötü niyetlerin, hak ve hukuk tanımaz düşünce ve eylemlerin şimdilik uğradığı iki talihsiz duraktır. Tarihte niceleri vardı.
Kim bilir daha niceleri olacak...
Ama hiçbiri Bağdat gibi Kudüs gibi bütün insanlığın gözleri önünde göstere göstere sahnelenmedi. Ve hiçbirisi modern çağdaş demokratik batının böylesine teşvikiyle, desteğiyle ve topyekün ittifakıyla olmadı.
Demokrasi dendi, insan hakları dendi, NATO dendi, Birleşmiş Milletler ve daha nice kurumlar ve kuruluşlar dendi... Yardımlaşmalar dayanışmalar, barışlar, hoşgörüler, diyaloglar dendi... Spor dendi, moda dendi... Akıl dendi, bilim dendi, teknoloji dendi.
Ve batı; insanlığın akıllısı, efendisi, namuslusu, doğrusu ilan edildi. Batılı gibi düşünmek, inanmak, yaşamak, insanlığın vazgeçilmez, değişmez, aksi düşünülmez ve alternatifi olmayan bir hayat tarzı olarak söylendi yazıldı, okutuldu, gösterildi ve binbir çeşit yollarla empoze edildi, dayatıldı.
Ve "dünya" dünya olmaktan çıkmaya süratle "batılılaşmaya" başladı. Batı bu teslimiyetin ve yönelişin kendisine verdiği güven ve cesaretle dünyanın diğer yakasında gezip tozmaya, oynayıp eğelenmeye ve alışveriş yapmaya başladı.
Artık batı; müziğiyle, sporuyla, sanatıyla, modasıyla, kültürüyle, inancıyla dünyayı iyiden iyiye işgale ve istilaya başlamıştı bile.
Şimdi onları yönetmesi ve ellerinden alması gerekiyor.
Bunun içinde askeri ve siyasi işgallerin olması lazımdı. O da oldu. Bütün bunlar planlandığı şekliyle olurken, eşyanın tabiatı gereği bir takım engeller itirazlar, nefsi müdafaalar, başkaldırılar da olabileceği ihtimali hiç bir zaman gözardı edilmedi.
Bunun içinde adı geçen faaliyetler yapılırken bütün bunların gerekçeleri, bahaneleri, yani, kılıfları da birlikte hatta bir kaç adım önde sergileniyordu.
Neler vardı, gerekçelerde ve hangi kılıflarla olaylar örtbas ediliyordu; bazılarını hatırlayalım.
Mesela; bir zamanlar deniyordu ki, Afrika ve Asya toplulukları geri kalmış topluluklardır. Bunların kalkınması lazım. Yine bunlar cahil toplumlardır eğitim ve sağlık hizmetlerinin verilmesi lazım. İşe böyle başladılar. İnsan gücünü, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını kullanmak için de iç kavgaları üreterek toplumları bölerek, parçalayarak güçsüz ve zayıf bıraktılar.
Böylece batı, efendiliği resmen ve fiilen ele geçirmişti. Ama henüz halledemediği veya sıralamada geriye bıraktığı Türkiye vardı. Onu hep anlaşmalarla sözleşmelerle, vaatlerle oyalıyor ve iki yakasının bir araya gelmemesi için çok sinsice hareket ediyordu.
Cephede başarılı olamayacağını çok iyi bilen batı, kaleyi içten yıkmak için batılılaşmayı bir din gibi, hayatın kendisi imiş gibi siyasilerin, bürokratların, teknokratların, aydınların, patronların kafasına adeta çivi ile yazıyor ve onları hep işin başında tutuyordu.
Türkiye'de çok yönlü kullandığı piyonlarla bir taraftan devlet düşmanlığı, bir taraftan vatan düşmanlığı, bir taraftan din düşmanlığı, bir taraftan millet düşmanlığı yaparak neticeye gitmek istedi. Ancak bu denemelerde büyük zararlar vermesine rağmen istediği neticeye ulaşamadı.
Batı, bütün bunları uygularken kendi içinde sosyal ekonomik problemler yaşamaya başladı. Tamamıyla sömürgeci bir mantıkla kurulu düzen, durağan bir döneme girmeye başlayınca neticeye daha kestirme bir yolla gitmenin yollarını aradı. İşte bunun için Türkiye ve İslam üzerindeki hesapları hızlandırmaya başladı.
İslam dinini; fundamentalist, köktendinci, şiddet ve terör gibi tariflerle hedef göstermeye başladı. Afganistan ve Irak işgalleri bunun için yapıldı. Başta, ABD olmak üzere batı dünyası, kendisinin doğurup, besleyip büyüttüğü "terör" belasını bahane ederek saldırmaya işgal etmeye devam ediyor.
Terör artık bugün batı dünyasının hem en büyük silahıdır ve hem de tek can simididir.
Batı, geldiği bu noktada terörü beslemekten ve onu kullanmaktan başka çaresi yoktur. Batı, dünyayı terörle ele geçirmeye çalışıyor. Onun için batı gerekirse Bağdat'ı, Kudüs'ü değil, İkiz Kuleler'de olduğu gibi New York'u, Paris'i, Londra'yı da vurur.
Ve gelir faturasını da sana ödetir. O halde sıranın İstanbul'a gelmemesi için ne yapmalı?
Çünkü birilerine göre Napolyon'un ve Deli Petro'nun "İstanbul'a hakim olan dünyaya da hakim olur" dediğini hiç kimse gözardı edemeyeceğine göre, Bağdat'la İstanbul arasında hangi duraklar var acaba? Onu az çok tahmin ederiz, ama, İstanbul adı çok eskilerden beri dillerden düşmüyor.
Bağdat ve Kudüs; yanlış hesapların, kötü niyetlerin, hak ve hukuk tanımaz düşünce ve eylemlerin şimdilik uğradığı iki talihsiz duraktır. Tarihte niceleri vardı.
Kim bilir daha niceleri olacak...
Ama hiçbiri Bağdat gibi Kudüs gibi bütün insanlığın gözleri önünde göstere göstere sahnelenmedi. Ve hiçbirisi modern çağdaş demokratik batının böylesine teşvikiyle, desteğiyle ve topyekün ittifakıyla olmadı.
Demokrasi dendi, insan hakları dendi, NATO dendi, Birleşmiş Milletler ve daha nice kurumlar ve kuruluşlar dendi... Yardımlaşmalar dayanışmalar, barışlar, hoşgörüler, diyaloglar dendi... Spor dendi, moda dendi... Akıl dendi, bilim dendi, teknoloji dendi.
Ve batı; insanlığın akıllısı, efendisi, namuslusu, doğrusu ilan edildi. Batılı gibi düşünmek, inanmak, yaşamak, insanlığın vazgeçilmez, değişmez, aksi düşünülmez ve alternatifi olmayan bir hayat tarzı olarak söylendi yazıldı, okutuldu, gösterildi ve binbir çeşit yollarla empoze edildi, dayatıldı.
Ve "dünya" dünya olmaktan çıkmaya süratle "batılılaşmaya" başladı. Batı bu teslimiyetin ve yönelişin kendisine verdiği güven ve cesaretle dünyanın diğer yakasında gezip tozmaya, oynayıp eğelenmeye ve alışveriş yapmaya başladı.
Artık batı; müziğiyle, sporuyla, sanatıyla, modasıyla, kültürüyle, inancıyla dünyayı iyiden iyiye işgale ve istilaya başlamıştı bile.
Şimdi onları yönetmesi ve ellerinden alması gerekiyor.
Bunun içinde askeri ve siyasi işgallerin olması lazımdı. O da oldu. Bütün bunlar planlandığı şekliyle olurken, eşyanın tabiatı gereği bir takım engeller itirazlar, nefsi müdafaalar, başkaldırılar da olabileceği ihtimali hiç bir zaman gözardı edilmedi.
Bunun içinde adı geçen faaliyetler yapılırken bütün bunların gerekçeleri, bahaneleri, yani, kılıfları da birlikte hatta bir kaç adım önde sergileniyordu.
Neler vardı, gerekçelerde ve hangi kılıflarla olaylar örtbas ediliyordu; bazılarını hatırlayalım.
Mesela; bir zamanlar deniyordu ki, Afrika ve Asya toplulukları geri kalmış topluluklardır. Bunların kalkınması lazım. Yine bunlar cahil toplumlardır eğitim ve sağlık hizmetlerinin verilmesi lazım. İşe böyle başladılar. İnsan gücünü, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını kullanmak için de iç kavgaları üreterek toplumları bölerek, parçalayarak güçsüz ve zayıf bıraktılar.
Böylece batı, efendiliği resmen ve fiilen ele geçirmişti. Ama henüz halledemediği veya sıralamada geriye bıraktığı Türkiye vardı. Onu hep anlaşmalarla sözleşmelerle, vaatlerle oyalıyor ve iki yakasının bir araya gelmemesi için çok sinsice hareket ediyordu.
Cephede başarılı olamayacağını çok iyi bilen batı, kaleyi içten yıkmak için batılılaşmayı bir din gibi, hayatın kendisi imiş gibi siyasilerin, bürokratların, teknokratların, aydınların, patronların kafasına adeta çivi ile yazıyor ve onları hep işin başında tutuyordu.
Türkiye'de çok yönlü kullandığı piyonlarla bir taraftan devlet düşmanlığı, bir taraftan vatan düşmanlığı, bir taraftan din düşmanlığı, bir taraftan millet düşmanlığı yaparak neticeye gitmek istedi. Ancak bu denemelerde büyük zararlar vermesine rağmen istediği neticeye ulaşamadı.
Batı, bütün bunları uygularken kendi içinde sosyal ekonomik problemler yaşamaya başladı. Tamamıyla sömürgeci bir mantıkla kurulu düzen, durağan bir döneme girmeye başlayınca neticeye daha kestirme bir yolla gitmenin yollarını aradı. İşte bunun için Türkiye ve İslam üzerindeki hesapları hızlandırmaya başladı.
İslam dinini; fundamentalist, köktendinci, şiddet ve terör gibi tariflerle hedef göstermeye başladı. Afganistan ve Irak işgalleri bunun için yapıldı. Başta, ABD olmak üzere batı dünyası, kendisinin doğurup, besleyip büyüttüğü "terör" belasını bahane ederek saldırmaya işgal etmeye devam ediyor.
Terör artık bugün batı dünyasının hem en büyük silahıdır ve hem de tek can simididir.
Batı, geldiği bu noktada terörü beslemekten ve onu kullanmaktan başka çaresi yoktur. Batı, dünyayı terörle ele geçirmeye çalışıyor. Onun için batı gerekirse Bağdat'ı, Kudüs'ü değil, İkiz Kuleler'de olduğu gibi New York'u, Paris'i, Londra'yı da vurur.
Ve gelir faturasını da sana ödetir. O halde sıranın İstanbul'a gelmemesi için ne yapmalı?
Çünkü birilerine göre Napolyon'un ve Deli Petro'nun "İstanbul'a hakim olan dünyaya da hakim olur" dediğini hiç kimse gözardı edemeyeceğine göre, Bağdat'la İstanbul arasında hangi duraklar var acaba? Onu az çok tahmin ederiz, ama, İstanbul adı çok eskilerden beri dillerden düşmüyor.
Ali Gedik / diğer yazıları
- Milli Çözüm Milli Ekonomi Modeli / 03.07.2010
- Türkiye'nin çıkmazı / 02.07.2010
- Geleceğe yürüyebilmek adına / 14.05.2010
- Bir başka gerekçe ile Milli Ekonomi Modeli / 06.05.2010
- Son olaylar üzerine / 30.04.2010
- Kararı milletin kendisi verecek / 22.04.2010
- Problem temelde / 10.04.2010
- Anayasa değişikliği üzerine / 01.04.2010
- Siyaset nedir ve siyasetçi kimdir? / 30.03.2010
- Bu bir kör dövüşü müdür? / 26.03.2010
- Türkiye'nin çıkmazı / 02.07.2010
- Geleceğe yürüyebilmek adına / 14.05.2010
- Bir başka gerekçe ile Milli Ekonomi Modeli / 06.05.2010
- Son olaylar üzerine / 30.04.2010
- Kararı milletin kendisi verecek / 22.04.2010
- Problem temelde / 10.04.2010
- Anayasa değişikliği üzerine / 01.04.2010
- Siyaset nedir ve siyasetçi kimdir? / 30.03.2010
- Bu bir kör dövüşü müdür? / 26.03.2010