Aslında her şey, ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün aramızdan ayrılmasından sonra hız kazandı.
Başladı demiyorum zira ulus devlet yapımıza yönelik şiddetli saldırılar, daha LOZAN'da kendisini göstermiş ve fakat Atatürk'ün dehası sayesinde tümden bertaraf edilmişti.
Batılı devletlerin LOZAN'da Türk delegelerine dayattığı sistem, çok ilginçtir Osmanlı yönetim sistemiydi.
Yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, şer'i hukukla idare edilmesi gerektiğini telkin etmişlerdi.
Türkiye'nin tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi, hilafetle yönetilmesini istemişlerdi.
Bazılarının uydurduğu gibi LOZAN'da Türkiye Cumhuriyetine, laikliği uygulayın diye dikte eden taraf, Batılı devletler değildi.
Özellikle başta İngiltere olmak üzere tüm karşı devletler, Türkiye'nin Osmanlı sistemi ile yönetilmesi gerektiği hususunda şiddetli baskı uyguladılar.
Peki, ama neden?
Nedeni şuydu:
Osmanlı sisteminde gayri Müslüm unsurlara tanınan imtiyazlar, kesinlikle Türklere tanınmıyordu.
Kurulacak yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, ulus devlet anlayışı ve laiklik ilkesine dayalı olmaması gerektiği hususunda, çok yoğun baskılarda bulundular.
Onlar için en uygun sistem, Osmanlı hukukuydu.
Çünkü bu hukuk kendilerine uygulandığında, kolayca devletin kılcal damarlarına kadar sokulabileceklerdi.
Her azınlık gurubun devleti içinde devletçikler oluşturmasına, Osmanlı sistemi sayesinde olanak sağlanacaktı.
Yoksa, İslam'ı yok etmek için onca haçlı seferi düzenleyen Batı'nın yeni kurulacak Türk devleti için şer'i hukuku talep etmesi mümkün müdür.
Onlar için en tehlikeli sistem, Cumhuriyet ve ulus devlet sistemidir.
Yani herkes için uygulanacak ve geçerli olacak tek hukukun, laik devlet hukuku olmasına şiddetle itirazları olmuştur.
İşte bu yüzdendir ki yüce Atatürk, büyük bir dehayla LOZAN'a gitmeden 20 gün önce Saltanatı kaldırmıştır.
Saltanat ve Hilafetin kaldırılması, en çokta İngilizleri zora sokmuştur.
Artık istedikleri gibi ajan faaliyetlerinde bulunabilecekleri bir devlet sistemi olmayacaktı.
Türkiye'de bazı vatan hainlerinin uydurduğu kuyruklu yalanda denildiği gibi, laiklik anlayışını bize Fransa tarafından dayatılmamıştır.
Atatürk'ün öngördüğü laiklik anlayışının temelleri, en az bin yıl öncesine dayanan Türk devlet yönetim sisteminden bilinçli bir alıntıydı.
Gelelim tekrar bugüne.
Atatürk ilke ve inkılaplarından uzaklaşma asıl olarak, 2. Dünya savaşından sonrası yoğunlaşmıştır.
1950-60 arasında ise, doruk noktasına çıkmıştır.
Türkiye maalesef Sovyet tehdidine karşı, NATO'nun yanında yer almıştır.
Ne var ki on yıllık bu dönemde Türkiye ABD'nin ekonomik esaretine maruz kalmış, ekonomik esaret beraberinde siyasi bağımlılığı da getirmiştir.
"Truman Doktrini" kapsamında "Marshall yardımı" ile Türkiye, ABD ile askeri ve ekonomik alanlarda sıkı bir iş birliğine girmiştir.
1965'de yapılan seçimleri Adalet Partisi kazandı.
Aynı yıl ABD, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'e İran, Irak ve Türkiye Kürtlerini kapsayan ve Türkiye'ye bağlanacak bir federal cumhuriyet önerisinde bulundu.
Ancak bu teklif, Türkiye'nin üniter yapısına uymadığı için dönemin Genelkurmayı tarafından sert bir şekilde reddedilmişti.
Türkiye'nin Irak ve Suriye'deki dolayısıyla Ortadoğu'daki çıkarları hep göz ardı edildi. Nitekim bugün Türkiye, Ortadoğu'da kendi çıkarları için zamanında ve doğru bir biçimde stratejik akıl oluşturamamanın sıkıntı ve sancılarını yaşamaktadır.
Türkiye'nin üniter yapısına kurulan tuzaklar, 1980 askeri darbesi sonrasında da artarak devam etti.
Üstelik ne yazık ki, darbeyi gerçekleştirenler tarafından ABD'nin arzu ettiği Türkiye modeline yönelik adımlar atıldı.
Bunun adına Enver raporu da diyebiliriz.
Türkiye'yi sekiz bölge valiliğine ayırmayı öngören bir kanun hükmünde kararname hazırlandı.
Bu kararname, merkezi hükümetin yetkilerini bölgesel valiliklere devretmeyi içeriyordu. Ancak bu karar, 1984 yılında sivil hükümet tarafından iptal edildi.
Konuyla ilgili diğer bir durum, 1989 yılında dönemin başbakanı Turgut Özal döneminde yaşandı.
Özal, ABD'yi mutlu edecek eyalet meselesini tekrar gündeme getirdi.
Eyalet sistemine gidişin başlangıcı olarak Türkiye'de il sayısının artırılması ve bazı illerin büyükşehir statüsüne geçirilmesi gerektiğini ifade etti.
Özal, bu sistemin Kürt sorununu çözmekte etkili olacağını savundu. Türkiye bu şekilde ve bir kere daha kendi ayağına kurşun sıktı.
Bu sistem, ülkeyi federal bir yapıya götürecek tehlikeli taşların döşenmesi olarak değerlendirildi.
Türkiye'ye 1965'den itibaren dayatılan federasyon modeli, nihayet Amerika'nın CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze tarafından 1992'de kağıda döküldü.
Bağlı olduğu gizli servis için "21. Yüzyılda Türkiye Raporu" yazan Henze, bölgedeki emperyal planların başarıya ulaşması için özetle, "Türkiye Atatürkçü üniter devlet yapısını terk etmelidir. Bu süreç başlamıştır. Federalizmi tartışma olanağı doğmuştur. 2000'li yıllarda girerken Türkiye çok farklı bir noktaya gelecektir." diyordu.
2004'lere gelindiğinde bu kez Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ilan edildi. Aynı yıl ABD merkezli siyasi strateji ve düşünce kuruluşu olan Rand Corporation tarafından "Sivil Demokratik İslam Raporu" yayınlandı.
Söz konusu raporda, hilafetin yeniden canlandırılması isteniyordu. Hedef, federe bir Türkiye modelini hayata geçirmek ve bunun başına da ABD'ye bağlı sözde bir halife getirerek bölgenin tüm kaynaklarına çökmek, sömürmek ve Türkiye'yi kontrol ederek bölgedeki doğal kaynaklara erişimi kolaylaştırmaktı.
Arkasından, ABD'nin bölgesel çıkarlarına hizmet etmek amacıyla, Amerikan Rand Corporation düşünce kuruluşunun daimi politik danışmanı, Amerikalı devlet görevlisi Graham FULLER tarafından benzer bir rapor yazıldı.
Bilahare bu rapor kitap haline getirildi. Fuller "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" adlı kitabında, Türkiye'nin gelecekte federal bir yapıya geçmesi gerektiğine vurgu yaparak, tıpkı Paul Henze gibi, üniter devlet anlayışının terk edilmesi gerektiğini dile getirmekte ve bölgedeki sorunların çözülmesi için, ABD'nin çıkarlarına hizmet eden bir modeli öngörmekteydi.
Derken Türkiye, 2025'e ''Yeni Çözüm Süreci, Açılım Süreci, Barış Süreci'' gibi kavramlarla girdi.
Suriye kuzeyindeki PYD/PKK yapılanması bahane edilerek, bölücü terör örgütü ve Kandil üzerinde artık hiçbir etkisi olmayan terörist başının muhatap kabul edilmesi hatası yapıldı. Siyasi partiler TBMM çatısı altında ve kapalı kapılar ardında böylesine hassas bir konuyu görüşme gafletine düştü.
Türk toplumu ne görüşüldüğü ve ne konuşulduğu hakkında doğru dürüst bilgilendirilmedi.
Bu meselenin perde arkasında ABD'nin varlığı ve bölge hakkında asıl onun vereceği karar göz ardı edildi.
Tarihten hiç ders almamışçasına garip ve tuhaf uygulamalara gidildi.
Türkiye tekrar kendi ayağına değil, bu kez iki ayağına birden bir den fazla kurşun sıktı.
Şimdi siz söyleyin.
Türkiye'nin bu zifiri karanlık tablodan çıkabilmesi nasıl ve neyle mümkündür?
Atatürk Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalabilmesi, hangi çözümlerin hayata geçirilmesi ile mümkündür?
Bu güne kadar denenmiş olan bütün sistemler çökmüş ve çürümüş olduğuna göre, geriye tek bir alternatif kalmıştır.
Milli Ekonomi Modeli.
Bugüne kadar ki tüm sistemler, aziz milletimize sadece fakirliği reva görmüştür.
Oysa Prof. Dr. Haydar Baş'ın ortaya koyduğu ve şimdi görüldüğü üzere bütün dünyada çözüm olarak uygulanmaya çalışılan modelin aslı, Milli Ekonomi Modeli'dir.
Siyasetin tamamen tıkandığı ve Türkiye'nin büyük bir savaşın eşiğine doğru evrildiği son tahlilde, Hüseyin Baş'ın liderliğini yaptığı BTP'nin bundan sonra çokça konuşulacağına kuşku yoktur.
Artık söz konusu olan oy ve üye sayısı değil, TÜRK VATANIDIR.
Başladı demiyorum zira ulus devlet yapımıza yönelik şiddetli saldırılar, daha LOZAN'da kendisini göstermiş ve fakat Atatürk'ün dehası sayesinde tümden bertaraf edilmişti.
Batılı devletlerin LOZAN'da Türk delegelerine dayattığı sistem, çok ilginçtir Osmanlı yönetim sistemiydi.
Yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, şer'i hukukla idare edilmesi gerektiğini telkin etmişlerdi.
Türkiye'nin tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi, hilafetle yönetilmesini istemişlerdi.
Bazılarının uydurduğu gibi LOZAN'da Türkiye Cumhuriyetine, laikliği uygulayın diye dikte eden taraf, Batılı devletler değildi.
Özellikle başta İngiltere olmak üzere tüm karşı devletler, Türkiye'nin Osmanlı sistemi ile yönetilmesi gerektiği hususunda şiddetli baskı uyguladılar.
Peki, ama neden?
Nedeni şuydu:
Osmanlı sisteminde gayri Müslüm unsurlara tanınan imtiyazlar, kesinlikle Türklere tanınmıyordu.
Kurulacak yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, ulus devlet anlayışı ve laiklik ilkesine dayalı olmaması gerektiği hususunda, çok yoğun baskılarda bulundular.
Onlar için en uygun sistem, Osmanlı hukukuydu.
Çünkü bu hukuk kendilerine uygulandığında, kolayca devletin kılcal damarlarına kadar sokulabileceklerdi.
Her azınlık gurubun devleti içinde devletçikler oluşturmasına, Osmanlı sistemi sayesinde olanak sağlanacaktı.
Yoksa, İslam'ı yok etmek için onca haçlı seferi düzenleyen Batı'nın yeni kurulacak Türk devleti için şer'i hukuku talep etmesi mümkün müdür.
Onlar için en tehlikeli sistem, Cumhuriyet ve ulus devlet sistemidir.
Yani herkes için uygulanacak ve geçerli olacak tek hukukun, laik devlet hukuku olmasına şiddetle itirazları olmuştur.
İşte bu yüzdendir ki yüce Atatürk, büyük bir dehayla LOZAN'a gitmeden 20 gün önce Saltanatı kaldırmıştır.
Saltanat ve Hilafetin kaldırılması, en çokta İngilizleri zora sokmuştur.
Artık istedikleri gibi ajan faaliyetlerinde bulunabilecekleri bir devlet sistemi olmayacaktı.
Türkiye'de bazı vatan hainlerinin uydurduğu kuyruklu yalanda denildiği gibi, laiklik anlayışını bize Fransa tarafından dayatılmamıştır.
Atatürk'ün öngördüğü laiklik anlayışının temelleri, en az bin yıl öncesine dayanan Türk devlet yönetim sisteminden bilinçli bir alıntıydı.
Gelelim tekrar bugüne.
Atatürk ilke ve inkılaplarından uzaklaşma asıl olarak, 2. Dünya savaşından sonrası yoğunlaşmıştır.
1950-60 arasında ise, doruk noktasına çıkmıştır.
Türkiye maalesef Sovyet tehdidine karşı, NATO'nun yanında yer almıştır.
Ne var ki on yıllık bu dönemde Türkiye ABD'nin ekonomik esaretine maruz kalmış, ekonomik esaret beraberinde siyasi bağımlılığı da getirmiştir.
"Truman Doktrini" kapsamında "Marshall yardımı" ile Türkiye, ABD ile askeri ve ekonomik alanlarda sıkı bir iş birliğine girmiştir.
1965'de yapılan seçimleri Adalet Partisi kazandı.
Aynı yıl ABD, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'e İran, Irak ve Türkiye Kürtlerini kapsayan ve Türkiye'ye bağlanacak bir federal cumhuriyet önerisinde bulundu.
Ancak bu teklif, Türkiye'nin üniter yapısına uymadığı için dönemin Genelkurmayı tarafından sert bir şekilde reddedilmişti.
Türkiye'nin Irak ve Suriye'deki dolayısıyla Ortadoğu'daki çıkarları hep göz ardı edildi. Nitekim bugün Türkiye, Ortadoğu'da kendi çıkarları için zamanında ve doğru bir biçimde stratejik akıl oluşturamamanın sıkıntı ve sancılarını yaşamaktadır.
Türkiye'nin üniter yapısına kurulan tuzaklar, 1980 askeri darbesi sonrasında da artarak devam etti.
Üstelik ne yazık ki, darbeyi gerçekleştirenler tarafından ABD'nin arzu ettiği Türkiye modeline yönelik adımlar atıldı.
Bunun adına Enver raporu da diyebiliriz.
Türkiye'yi sekiz bölge valiliğine ayırmayı öngören bir kanun hükmünde kararname hazırlandı.
Bu kararname, merkezi hükümetin yetkilerini bölgesel valiliklere devretmeyi içeriyordu. Ancak bu karar, 1984 yılında sivil hükümet tarafından iptal edildi.
Konuyla ilgili diğer bir durum, 1989 yılında dönemin başbakanı Turgut Özal döneminde yaşandı.
Özal, ABD'yi mutlu edecek eyalet meselesini tekrar gündeme getirdi.
Eyalet sistemine gidişin başlangıcı olarak Türkiye'de il sayısının artırılması ve bazı illerin büyükşehir statüsüne geçirilmesi gerektiğini ifade etti.
Özal, bu sistemin Kürt sorununu çözmekte etkili olacağını savundu. Türkiye bu şekilde ve bir kere daha kendi ayağına kurşun sıktı.
Bu sistem, ülkeyi federal bir yapıya götürecek tehlikeli taşların döşenmesi olarak değerlendirildi.
Türkiye'ye 1965'den itibaren dayatılan federasyon modeli, nihayet Amerika'nın CIA Türkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze tarafından 1992'de kağıda döküldü.
Bağlı olduğu gizli servis için "21. Yüzyılda Türkiye Raporu" yazan Henze, bölgedeki emperyal planların başarıya ulaşması için özetle, "Türkiye Atatürkçü üniter devlet yapısını terk etmelidir. Bu süreç başlamıştır. Federalizmi tartışma olanağı doğmuştur. 2000'li yıllarda girerken Türkiye çok farklı bir noktaya gelecektir." diyordu.
2004'lere gelindiğinde bu kez Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ilan edildi. Aynı yıl ABD merkezli siyasi strateji ve düşünce kuruluşu olan Rand Corporation tarafından "Sivil Demokratik İslam Raporu" yayınlandı.
Söz konusu raporda, hilafetin yeniden canlandırılması isteniyordu. Hedef, federe bir Türkiye modelini hayata geçirmek ve bunun başına da ABD'ye bağlı sözde bir halife getirerek bölgenin tüm kaynaklarına çökmek, sömürmek ve Türkiye'yi kontrol ederek bölgedeki doğal kaynaklara erişimi kolaylaştırmaktı.
Arkasından, ABD'nin bölgesel çıkarlarına hizmet etmek amacıyla, Amerikan Rand Corporation düşünce kuruluşunun daimi politik danışmanı, Amerikalı devlet görevlisi Graham FULLER tarafından benzer bir rapor yazıldı.
Bilahare bu rapor kitap haline getirildi. Fuller "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" adlı kitabında, Türkiye'nin gelecekte federal bir yapıya geçmesi gerektiğine vurgu yaparak, tıpkı Paul Henze gibi, üniter devlet anlayışının terk edilmesi gerektiğini dile getirmekte ve bölgedeki sorunların çözülmesi için, ABD'nin çıkarlarına hizmet eden bir modeli öngörmekteydi.
Derken Türkiye, 2025'e ''Yeni Çözüm Süreci, Açılım Süreci, Barış Süreci'' gibi kavramlarla girdi.
Suriye kuzeyindeki PYD/PKK yapılanması bahane edilerek, bölücü terör örgütü ve Kandil üzerinde artık hiçbir etkisi olmayan terörist başının muhatap kabul edilmesi hatası yapıldı. Siyasi partiler TBMM çatısı altında ve kapalı kapılar ardında böylesine hassas bir konuyu görüşme gafletine düştü.
Türk toplumu ne görüşüldüğü ve ne konuşulduğu hakkında doğru dürüst bilgilendirilmedi.
Bu meselenin perde arkasında ABD'nin varlığı ve bölge hakkında asıl onun vereceği karar göz ardı edildi.
Tarihten hiç ders almamışçasına garip ve tuhaf uygulamalara gidildi.
Türkiye tekrar kendi ayağına değil, bu kez iki ayağına birden bir den fazla kurşun sıktı.
Şimdi siz söyleyin.
Türkiye'nin bu zifiri karanlık tablodan çıkabilmesi nasıl ve neyle mümkündür?
Atatürk Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalabilmesi, hangi çözümlerin hayata geçirilmesi ile mümkündür?
Bu güne kadar denenmiş olan bütün sistemler çökmüş ve çürümüş olduğuna göre, geriye tek bir alternatif kalmıştır.
Milli Ekonomi Modeli.
Bugüne kadar ki tüm sistemler, aziz milletimize sadece fakirliği reva görmüştür.
Oysa Prof. Dr. Haydar Baş'ın ortaya koyduğu ve şimdi görüldüğü üzere bütün dünyada çözüm olarak uygulanmaya çalışılan modelin aslı, Milli Ekonomi Modeli'dir.
Siyasetin tamamen tıkandığı ve Türkiye'nin büyük bir savaşın eşiğine doğru evrildiği son tahlilde, Hüseyin Baş'ın liderliğini yaptığı BTP'nin bundan sonra çokça konuşulacağına kuşku yoktur.
Artık söz konusu olan oy ve üye sayısı değil, TÜRK VATANIDIR.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Hacı Gaydan / diğer yazıları
- Karar verildi: Ulus devlet yapımız tasfiye ediliyor! / 12.12.2025
- “Siz Papa’ya, biz ATA’ya” / 10.12.2025
- CIA ajanı Barak, Atatürk’ü hedef aldı! / 08.12.2025
- Asgari ücretle 33 çeyrek altın alıyorduk / 06.12.2025
- Kibriniz yüzünden millet yanıyor / 05.12.2025
- Yanılıyorsun Dervişoğlu / 03.12.2025
- Saltanat din dışı bir kurumdur / 01.12.2025
- CHP Atatürk’e meydan okuyor! / 26.11.2025
- Zavallı iki sakallı tipsiz / 25.11.2025
- Ordu süreçten rahatsız / 24.11.2025
- “Siz Papa’ya, biz ATA’ya” / 10.12.2025
- CIA ajanı Barak, Atatürk’ü hedef aldı! / 08.12.2025
- Asgari ücretle 33 çeyrek altın alıyorduk / 06.12.2025
- Kibriniz yüzünden millet yanıyor / 05.12.2025
- Yanılıyorsun Dervişoğlu / 03.12.2025
- Saltanat din dışı bir kurumdur / 01.12.2025
- CHP Atatürk’e meydan okuyor! / 26.11.2025
- Zavallı iki sakallı tipsiz / 25.11.2025
- Ordu süreçten rahatsız / 24.11.2025



















































































