Ülkemizin geldiği noktada artık doğru tespitler yapmanın, doğruyu söylemenin pek bir kıymeti yok. Siyasetçilere, medyaya, bazı vakıf ve sosyal yapılanmalara bakıyorsun; ülkenin bugünkü durumu ve gelecek ile ilgili doğru tespitler yaptılar ve yapıyorlar. Ama gidişat değişmiyor. Hep birilerinin istediği oluyor. Demek ki, doğruyu tespit etmek, doğruyu söylemek artık yetmiyor.
Ne yapılması lazım? Niyetlerin sorgulanması lazım. Zaten inancımızda asıl olanda “niyet” değil midir? Sen mal, makam, mevki veya gündeme gelmek, şöhret olmak için iktidarı eleştiriyor, icraatlarının tehlikelerinden bahsediyorsun. Belki şöhrete, mala, makama kavuşuyorsun. Ama gidişat değişmiyor. Demek ki senin niyetinde sorun var. Çölün ortasında; Gelmeyin susuzluktan ölürsünüz, diye bağıran adamdan farkın yok.
İnsanlar fikirlerini paylaşmak veya aradığı fikirlere ulaşmak için değişik davalar etrafında toplanabilirler. Ama şu hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, bizler her şeyden önce Müslümanız. Kim hangi davada olursa olsun eğer çatısı İslam değilse o dava yağmurlara, fırtınalara dayanamaz, çöker, altında kalırsınız.
Dava adamı olmak da öyle sıradan bir şey değildir. Milli Görüş örneği ortada. Bakın kaça bölündüler. CHP örneği ortada. Atatürk ne diyordu, hedefleri ne idi? CHP nerelerde kulaç atıyor? MHP rotasını şaşırmış gidiyor? Adama bakıyorsun! Sözleri, tespitleri doğru. Ama ikinci sözü inancıma hakaret. Sen şeytanın adamı olmuşsun… Bir diğeri namaz kılıyor, oruç tutuyor ama gidiyor Allah’ın dost edinmeyin, dediklerini dost ediniyor. Allah’ın, onların arzu ve isteklerine uymayın, dediklerinin her emrini yerine getiriyor. Sen de şeytanın davasına uymuş, şeytanın adamı olmuşsun. Farkın yok ki!
Yani her kişi davasını ve liderini iyi seçmek zorundadır. Bu noktada Prof. Dr.
Haydar Baş’ın şu tespitleri hem siyasi, hem sosyal hem de manevi hayatımıza kılavuz olmalıdır…
Sayın Baş diyor ki; “Toplama insanlar, cazip imkânlarla elde edilmiş insanlar, eksikleri giderilmeden, fazlalıkları yontulmadan, kendisine vazifeler verilmiş insanlar üzerine dava bina edilemez. Böyle insanlarla yola çıkılmaz ve dava yürümez.
Başında, etrafındaki insanları çile ve imtihanla yoğuracak, olayların ve hizmetin içerisinde teslimiyetlerini deneyecek, Allah’a (c.c) yakın olmalarına mani olan kibir, riya, haset gibi her türlü nefsi hastalıklarını bertaraf edip, feyizle ve muhabbetle de kalplerini süsleyerek, tatmin edecek bir lideri olmaksızın yola çıkılan her davanın akamete uğraması mukadderdir.” (Rahmet-el Lil-Alemin -1- sh:364)
Hak yolda, Hakk’ın ölçüleri içinde hizmet gayretiyle bir araya gelen insanlar, birbirlerini tanımasalar, isimlerini bilmeseler bile karşılaştıkları zaman gönüllerinde bir muhabbet oluşur. Bunun adı dostluktur. Bu dostluğunda ölçüleri vardır.
İmam Cafer (a.s) buyuruyor ki; “Dostluk ancak had ve sınırlarıyla gerçekleşir. Kim, bu had ve şartların hepsine veya bunlardan bazısına riayet ederse gerçek bir dost olur. Aksi takdirde, böyle bir kimsenin dostluğunu, dostluk sayma. Bu had ve sınırların birincisi, içte ve dışta ona karşı aynı olmasıdır. İkincisi, senin ziynetini (iyiliğini) kendi ziyneti ve senin kötülüğünü de kendi kötülüğü bilmesidir. Üçüncüsü, bir makam ve servete kavuştuğunda, sana karşı bir durum ve tavrının değişmemesidir. Dördüncüsü, gücü yettiği bir şeyi senden esirgememesidir. Bu hasletlerin hepsinden kapsamlı ve üstün olan beşincisi de, musibet ve sıkıntılarda seni yalnız bırakmamasıdır.” (Prof. Dr. Haydar Baş İmam Cafer eseri Sh:477)
Yine aynı eserde İmam Cafer’den (a.s) nakille “Resulullah (sav) buyurdu ki; “Kim, Müslümanların işleriyle (dertleriyle) ilgilenmeden sabahlarsa Müslüman değildir.” (Sh:504) Müslüman olan, “ben namazımı kılar, orucumu tutar gerisine karışmam”, deme hakkına sahip değildir. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırma, namaz gibi, oruç gibi Allah’ın (c.c) biz Müslümanlara verdiği görevdir. Allah (c.c) hiç kimseden gücünün yetmediğini istemez. İşte bu yolda hepimiz liderini, başını iyi seçmek zorundadır. Ve o “Baş” aramızdadır.