En genel anlamda kişi, iç içe geçmiş üç daire içinde yer alır ve sorumluluk alanı da bu dairelere bağlıdır. Bu bağlamda kişi, önce bireydir, sonra bir millete mensuptur, en son olarak da dünya vatandaşıdır. Yani her insanın kademe kademe ferdî, millî ve evrensel kimliği vardır. Bu üç kimlik içinde hayatına anlam kazandırabilir, var oluşunun gayesini bu üç alanda kalarak gerçekleştirebilir. İnsan, sade bir birey olarak kendi başına özgün anlamda duygu ve düşünce üretir ve bunlar doğrultusunda faaliyetler ortaya koyar.
Hiç kimse ne sûreten ne sîreten birbirine benzer. Herkes, başlı başına apayrı bir dünyadır. İnsanlık âlemini ifade etmek üzere söylenen “on sekiz bin âlem” ifadesi, her insanın ayrı bir dünya oluşuna gönderme yapar. İnsan, fert olarak duygu ve düşünceleriyle kendine özgü dünyalar kurar. Sezgileriyle, yetenekleriyle, çalışmalarıyla bireysel bir alan açar kendine. Yenilikler, değişiklikler üretir, yeni yol ve yöntemler geliştirir. Aşk, tabiat, zaman, mekan, ölüm, hayat şiirleri yazar. Evrensel sorunlara kendince çözümler üretmeye çalışır. Bu anlamdaki üretken bireycilik, kişinin hem kendi, hem milleti, hem de dünya insanlığı için her zaman faydalıdır.
İkinci aşamada kişi, içine doğduğu milletin ortak kültürel değerleriyle kendini inşa ederek, milletiyle uyum ve ahenk içinde ortak bir duyarlık ve ortak bir tavır geliştirerek sosyalleşir. Mensup olduğu milletin gelenekleriyle, görenekleriyle, davranış, duyuş, düşünüş ve inanış kalıplarıyla donanarak millî kimliğini kazanır. Son aşamada da bütün dünya insanlığıyla evrensel planda ortak sorunları, ortak beklentileri ve ortak duyuş, düşünüş ve davranış kalıplarında buluşarak dünya vatandaşı olur. Kişi, sosyalleşmesini bununla tamamlar.
Dolayısıyla kişi, yaratılışından getirdiği biyolojik özellikleriyle ferdî kimlik, belli bir bilinç düzeyine eriştikten sonra milletinin değerlerini içselleştirerek sosyal kimlik ve diğer dünya insanlarıyla uyumlu bir birliktelik geliştirerek evrensel kimlik kazanır.
Biz, Türk milleti olarak tarih boyunca bu üç kimliğimizi ve bunlara bağlı sorumluluklarımızı dengeli bir biçimde yerine getirerek ideal insan ve millet modelini sergiledik ve geride çok parlak bir tarih bıraktık. Ancak günümüzde bu anlamda çok önemli bir kırılma yaşıyoruz. Bugün Türk gençliği, büyük oranda yerli ve yabancı Türk düşmanlarının plan, oyun, propaganda ve kurumsal nitelikli tuzak faaliyetleriyle kimlik krizine sokulmuş ve tam bir keşmekeş içine atılıvermiştir. Bugün geldiğimiz noktada Türk gençliği, küresel çaptaki büyük saldırılarla sersemleştirilmiştir.
Öncelikle biyolojik anlamdaki ferdî kimliği yörüngesinden saptırılmıştır. İnsanın, doğuştan getirdiği özgün bireysel yeteneklerini ve donanımını millî ve evrensel kimliğine katkı sağlamak ve geliştirmek için kullanması gerekirken, bugün Türk gençliği, ihanet şebekelerinin iğvalarıyla biyolojik anlamdaki bireysel kimliğini yanlış bir yörüngede harcamaya, heba etmeye zorlanmıştır. Ferdî kimlik, bencillik, egoistlik, tenperverlik bağlamda bir anlamla tanımlanarak millî ve evrensel kimliğinin aleyhine bir işlevle çalıştırılmaktadır. Bunun çok değişik boyutları var. Öncelikle Türk gençliği, basın yayın organlarının, bunlara bağlı faaliyetlerin yönlendirmesiyle bir millete mensubiyetini unutmuş ya da unutturulmuştur. Türk millî kimliği değişik yönlerden aşındırılarak, yok sayılarak, gündem dışı bırakılarak Türk çocuğu, Türk milletine mensup olma bilincinden yoksun bırakılmış, globalizm, evrensel insan kardeşliği, hümanizm gibi enternasyonalist masallarla tek başına yaşayan, sadece kendisinden sorumlu, diğer Türk kardeşlerini umursamayan, onların sorunlarıyla dertlenmeyi önemsemeyen, milletinin geleceğine dair tasavvurları olmayan, kendi menfaatini her şeyden önceye alan, bencil bir insan tipine dönüştürülmüştür.
Televizyon, bilgisayar ve telefon üçlüsünün (dijital troyka) ekranlarına gömülen Türk gençliğinin başı, bunların yoğun kültürel saldırı bombardımanıyla sersem hâldedir. Bu ekranlar, bu çocukları sürekli olarak şehvet, şiddet, şekavet, şevket, şirket, şer selleri altında boğuyorlar.
İnsanın kendisini sosyal anlamda tanımlamada kullanabileceği en önemli ölçüt, millî ve manevî değerlere sahip olma noktasında en ideal sentezi yakalamış olan soylu bir millete mensubiyet ve bununla şahsiyet kazanma şuurudur. Nitekim Türk çocuklarının büyük atası Attila, Batı Roma’yı fethettiğinde tantanalı bir alay ve şatafatlı bir kıyafetle karşısına çıkan bir Romalı Patricien’e (Soyluya) şöyle der: “Ben sizin gibi zengin ve soylu kişilerden değilim. Fakat soylu bir millettenim..”
Bu, bize çok önemli ipuçları veriyor. Attila’nın bu cümlesinde 3 belirgin değer öne çıkıyor: Zenginlik, hiyerarşik imtiyaz ve soylu bir millete mensubiyet şuuru. Romalılar, bunlardan ilk ikisine itibar ediyordu. Romalı, kendisini zengin ve sosyal statü sahibi olmakla anlamlı buluyor, var oluşunu bu iki değerle gerçekleştirebileceğini düşünüyordu. Attila, onlara daha asil üçüncü bir değer önerdi.
O zamanın Roma’sı bugünün Avrupa’sı ve Amerika’sı olarak devam ediyor. Bir bütün olarak Karun’un mirasçısı olan Batı, helal-haram demeden, çoklukla da fakir ve mazlum milletleri sömürerek, para, borsa, faiz oyunlarıyla, silah gücüyle, zulümle, aldatarak, yağmalayarak maddi anlamda artı değer elde ediyor, zengin oluyor ve bununla övünüyor. Maddi anlamdaki zenginlik değerini mazlum milletler üzerinde baskı ve hâkimiyet aracı olarak kullanıyor.
Bir anlamda bugünkü batı dünyasının ekonomik zenginlikleri, Karun anlayışının ve yolunun izdüşümüdür. Roma’nın ve Firavun’un varisi olan Batı âleminin ikinci temel değeri hiyerarşik imtiyaz. Firavun’un mazlum halkları karşısındaki en belirgin özelliği de hiyerarşik imtiyazıydı. Batı, başından beri kast sistemine sahip sınıflı bir toplumdur. Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, imtiyazlı sınıf-mahrum sınıf ayırımı hep vardır. Bugün de vardır.
Büyük Türk Attila’nın övündüğü, sadece soylu bir millete mensubiyet şuuru ise Türk milletinin temel bir değeridir ve tarih boyunca biz de hayatımızın anlamını, fert ve millet olarak var oluşumuzun gayesini bu şuurda buluruz. Maddî zenginliğe önem vermemişiz, Karunluk yapmamışız, kimseyi sömürme düşüncesi içinde olmamışız.
Hiç kimse ne sûreten ne sîreten birbirine benzer. Herkes, başlı başına apayrı bir dünyadır. İnsanlık âlemini ifade etmek üzere söylenen “on sekiz bin âlem” ifadesi, her insanın ayrı bir dünya oluşuna gönderme yapar. İnsan, fert olarak duygu ve düşünceleriyle kendine özgü dünyalar kurar. Sezgileriyle, yetenekleriyle, çalışmalarıyla bireysel bir alan açar kendine. Yenilikler, değişiklikler üretir, yeni yol ve yöntemler geliştirir. Aşk, tabiat, zaman, mekan, ölüm, hayat şiirleri yazar. Evrensel sorunlara kendince çözümler üretmeye çalışır. Bu anlamdaki üretken bireycilik, kişinin hem kendi, hem milleti, hem de dünya insanlığı için her zaman faydalıdır.
İkinci aşamada kişi, içine doğduğu milletin ortak kültürel değerleriyle kendini inşa ederek, milletiyle uyum ve ahenk içinde ortak bir duyarlık ve ortak bir tavır geliştirerek sosyalleşir. Mensup olduğu milletin gelenekleriyle, görenekleriyle, davranış, duyuş, düşünüş ve inanış kalıplarıyla donanarak millî kimliğini kazanır. Son aşamada da bütün dünya insanlığıyla evrensel planda ortak sorunları, ortak beklentileri ve ortak duyuş, düşünüş ve davranış kalıplarında buluşarak dünya vatandaşı olur. Kişi, sosyalleşmesini bununla tamamlar.
Dolayısıyla kişi, yaratılışından getirdiği biyolojik özellikleriyle ferdî kimlik, belli bir bilinç düzeyine eriştikten sonra milletinin değerlerini içselleştirerek sosyal kimlik ve diğer dünya insanlarıyla uyumlu bir birliktelik geliştirerek evrensel kimlik kazanır.
Biz, Türk milleti olarak tarih boyunca bu üç kimliğimizi ve bunlara bağlı sorumluluklarımızı dengeli bir biçimde yerine getirerek ideal insan ve millet modelini sergiledik ve geride çok parlak bir tarih bıraktık. Ancak günümüzde bu anlamda çok önemli bir kırılma yaşıyoruz. Bugün Türk gençliği, büyük oranda yerli ve yabancı Türk düşmanlarının plan, oyun, propaganda ve kurumsal nitelikli tuzak faaliyetleriyle kimlik krizine sokulmuş ve tam bir keşmekeş içine atılıvermiştir. Bugün geldiğimiz noktada Türk gençliği, küresel çaptaki büyük saldırılarla sersemleştirilmiştir.
Öncelikle biyolojik anlamdaki ferdî kimliği yörüngesinden saptırılmıştır. İnsanın, doğuştan getirdiği özgün bireysel yeteneklerini ve donanımını millî ve evrensel kimliğine katkı sağlamak ve geliştirmek için kullanması gerekirken, bugün Türk gençliği, ihanet şebekelerinin iğvalarıyla biyolojik anlamdaki bireysel kimliğini yanlış bir yörüngede harcamaya, heba etmeye zorlanmıştır. Ferdî kimlik, bencillik, egoistlik, tenperverlik bağlamda bir anlamla tanımlanarak millî ve evrensel kimliğinin aleyhine bir işlevle çalıştırılmaktadır. Bunun çok değişik boyutları var. Öncelikle Türk gençliği, basın yayın organlarının, bunlara bağlı faaliyetlerin yönlendirmesiyle bir millete mensubiyetini unutmuş ya da unutturulmuştur. Türk millî kimliği değişik yönlerden aşındırılarak, yok sayılarak, gündem dışı bırakılarak Türk çocuğu, Türk milletine mensup olma bilincinden yoksun bırakılmış, globalizm, evrensel insan kardeşliği, hümanizm gibi enternasyonalist masallarla tek başına yaşayan, sadece kendisinden sorumlu, diğer Türk kardeşlerini umursamayan, onların sorunlarıyla dertlenmeyi önemsemeyen, milletinin geleceğine dair tasavvurları olmayan, kendi menfaatini her şeyden önceye alan, bencil bir insan tipine dönüştürülmüştür.
Televizyon, bilgisayar ve telefon üçlüsünün (dijital troyka) ekranlarına gömülen Türk gençliğinin başı, bunların yoğun kültürel saldırı bombardımanıyla sersem hâldedir. Bu ekranlar, bu çocukları sürekli olarak şehvet, şiddet, şekavet, şevket, şirket, şer selleri altında boğuyorlar.
İnsanın kendisini sosyal anlamda tanımlamada kullanabileceği en önemli ölçüt, millî ve manevî değerlere sahip olma noktasında en ideal sentezi yakalamış olan soylu bir millete mensubiyet ve bununla şahsiyet kazanma şuurudur. Nitekim Türk çocuklarının büyük atası Attila, Batı Roma’yı fethettiğinde tantanalı bir alay ve şatafatlı bir kıyafetle karşısına çıkan bir Romalı Patricien’e (Soyluya) şöyle der: “Ben sizin gibi zengin ve soylu kişilerden değilim. Fakat soylu bir millettenim..”
Bu, bize çok önemli ipuçları veriyor. Attila’nın bu cümlesinde 3 belirgin değer öne çıkıyor: Zenginlik, hiyerarşik imtiyaz ve soylu bir millete mensubiyet şuuru. Romalılar, bunlardan ilk ikisine itibar ediyordu. Romalı, kendisini zengin ve sosyal statü sahibi olmakla anlamlı buluyor, var oluşunu bu iki değerle gerçekleştirebileceğini düşünüyordu. Attila, onlara daha asil üçüncü bir değer önerdi.
O zamanın Roma’sı bugünün Avrupa’sı ve Amerika’sı olarak devam ediyor. Bir bütün olarak Karun’un mirasçısı olan Batı, helal-haram demeden, çoklukla da fakir ve mazlum milletleri sömürerek, para, borsa, faiz oyunlarıyla, silah gücüyle, zulümle, aldatarak, yağmalayarak maddi anlamda artı değer elde ediyor, zengin oluyor ve bununla övünüyor. Maddi anlamdaki zenginlik değerini mazlum milletler üzerinde baskı ve hâkimiyet aracı olarak kullanıyor.
Bir anlamda bugünkü batı dünyasının ekonomik zenginlikleri, Karun anlayışının ve yolunun izdüşümüdür. Roma’nın ve Firavun’un varisi olan Batı âleminin ikinci temel değeri hiyerarşik imtiyaz. Firavun’un mazlum halkları karşısındaki en belirgin özelliği de hiyerarşik imtiyazıydı. Batı, başından beri kast sistemine sahip sınıflı bir toplumdur. Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, imtiyazlı sınıf-mahrum sınıf ayırımı hep vardır. Bugün de vardır.
Büyük Türk Attila’nın övündüğü, sadece soylu bir millete mensubiyet şuuru ise Türk milletinin temel bir değeridir ve tarih boyunca biz de hayatımızın anlamını, fert ve millet olarak var oluşumuzun gayesini bu şuurda buluruz. Maddî zenginliğe önem vermemişiz, Karunluk yapmamışız, kimseyi sömürme düşüncesi içinde olmamışız.
Yorumlar
Yorum bulunmuyor.
Prof. Dr. Nurullah Çetin / diğer yazıları
- Dayatılan kapitalist stil / 26.12.2015
- "Karıştır barıştır"a karşı "birleştir savuştur" / 30.11.2015
- Öğretmenler Günü'nü kutlamak / 26.11.2015
- İşin sırrı dengede / 20.11.2015
- IŞİD terörist peki Fransa nedir? / 18.11.2015
- Anaları ağlamasın diye Fransa'ya çözüm süreci desteği / 17.11.2015
- Bir 10 Kasım yazısı / 12.11.2015
- Ölmek ve köle olmak dışında üçüncü bir seçenek / 11.11.2015
- Türk sosyalistlerini marabalıktan kurtulmaya davet / 09.11.2015
- Yandakların istilası / 05.11.2015
- "Karıştır barıştır"a karşı "birleştir savuştur" / 30.11.2015
- Öğretmenler Günü'nü kutlamak / 26.11.2015
- İşin sırrı dengede / 20.11.2015
- IŞİD terörist peki Fransa nedir? / 18.11.2015
- Anaları ağlamasın diye Fransa'ya çözüm süreci desteği / 17.11.2015
- Bir 10 Kasım yazısı / 12.11.2015
- Ölmek ve köle olmak dışında üçüncü bir seçenek / 11.11.2015
- Türk sosyalistlerini marabalıktan kurtulmaya davet / 09.11.2015
- Yandakların istilası / 05.11.2015