Ülkemizde neyin yolunda gittiğini anlamak için bazen rakamlara değil, kelimelere bakmak gerekiyor.
İnsanların gündelik hayatta hangi kelimeleri seçtiği, hangi ifadeleri artık daha sık kullandığı bize çok şey anlatıyor.
Bugün sıkça duyduğumuz "harç mı, haraç mı?" sorusu da böyle bir işarettir.
Bu bir dil meselesi değil, bir yönetme anlayışı meselesidir.
Bize daha iyisini layık gördüğünü anlatanların gerçek niyetlerinin toplamıdır.
Harç, devletle vatandaş arasındaki makul ilişkinin ürünüdür.
Bir hizmet, bir işlem vardır ve bunun karşılığında alınan bedel izah edilebilir bir şeydir. Vatandaş neye para verdiğini bilerek yaşar, devlet de neden aldığını anlatabilir.
Bu bağ kopmadığı sürece itiraz da doğmaz. Çünkü mesele para değil, mantıktır, niyettir.
Ama her alınan bedel harç değildir.
Bir bedel, hizmetle bağını kaybetmeye başladığında, zorunlu, kaçınılmaz ve alternatifsiz hale geldiğinde, hukuki adı ne olursa olsun toplumun zihninde başka bir yere düşer.
Burada sorun miktar değildir. Küçük ya da büyük olması fark etmez.
Adalet, rakamla değil, niyetle ve yöntemle ölçülür.
Hayatın olağan akışı içinde yapılan pek çok işlem artık sadece bir işlem değildir. Satmak, devretmek, belge almak, kayıt yaptırmak.
Bunların hiçbiri keyifli tercihler değildir, hayatın dayattığı mecburiyetlerdir.
İnsanlar bunları istemedikleri halde yapmak zorunda kalır. İşte bu mecburiyet hali, zamanla bir gelir alanı olarak görülmeye başlandığında, devletle vatandaş arasındaki ilişki zedelenir, ve böyle de olmaya çoktan başladı.
Çünkü mecburiyet pazarlık kaldırmaz.
Mecburiyet sorgulamayı bastırır.
Mecburiyet sessizliği büyütür.
Bu yolla alınan her bedel, vatandaşta şu duyguyu üretir hale geldi.
Hizmet alan biri değil, yakalanmış biri olma hissi.
Sorular çoğalır, cevaplar azalır.
Araç satışlarından binde iki satış harcı alınacağı açıklandı. Araba satışından para alınması yetmiyormuş gibi bir de ekstra harç koymak açıklanacak gibi bir durum değil.
Nedir bu vatandaşın dişinden tırnağından artırıp almak için bin bir zahmete ve zorluğa rağmen kazanımının üstüne konan vergiler, Allah aşkına.
Pasaport meselesi, bu zihniyetin en görünür örneklerinden biridir. Pasaport bir ayrıcalık aracı değil, bir lütuf hiç değildir. Vatandaşın ülkesinden çıkabilme hakkının belgesidir.
Yani bir özgürlüğün aracıdır. Özgürlükler erişilebilir olmak zorundadır.
Erişimi fiilen zorlaştırılan bir özgürlük, kağıt üzerinde var olsa bile gerçekte daraltılmıştır.
Burada açık bir yasak yok, ama görünmez bir engel var.
Kimse "gidemezsin" demez.
"Gidebilirsin ama bedeline katlanırsın" denir vatandaşa.
Bu yöntem modern yönetimlerin sıkça başvurduğu bir yöntemdir.
Yasak koymadan sınırlamak. Hakları kaldırmadan erişimi zorlaştırmak.
Böylece özgürlük söylemi korunur, ama fiiliyatta seçici bir filtre kurulur.
İmkanı olan geçer, olmayan kenarda kalır, bi bakıma engellenir.
Aynı mantık hayatın başka alanlarında da tekrar eder. Ortada yeni bir hizmet, yeni bir sistem, yeni bir kolaylık yoktur.
Ama yeni bir bedel vardır. Çünkü artık mesele hizmet üretmek değil, hareketten pay almaktır. Yaşamak, işlem yapmak, ilerlemek, hepsi potansiyel bir tahsilat anına dönüşür.
Burada itiraz edilen şey, devletin gelir toplaması değil tabii ki. Devlet bizim, güçlü ve kudretli olması hepimizin şartsız koşulsuz tercihidir.
Devlet elbette gelir toplar. Asıl mesele, bunun hangi anlayışla yapıldığıdır.
Hak üzerinden mi, hizmet üzerinden mi, yoksa mecburiyet üzerinden mi?
Zorunlu olan her şey gelir kapısı haline geldiğinde, vatandaş kendisini, hak sahibi olarak değil, sürekli ödeme yapan biri olarak görmeye başlar.
Devlet de hizmet sunan bir yapıdan çok, her adımda karşısına çıkan bir tahsilat mekanizması gibi algılanır.
Güven böyle erir, sessizce, fark ettirmeden halkın öfkesini ve sitemini gitgide sistematik şekilde artırır.
Dil bu yüzden sertleşir. İnsanlar kelimeleri rastgele seçmez artık.
"Harç" demekle yetinmeyip başka kelimelere yönelmeleri tesadüf değildir. Çünkü dil, hukuktan önce hisseder.
Hizmetle açıklanamayan bedel, izah edilemeyen tahsilat, alışkanlık haline gelmiş artışlar, hepsi aynı duyguyu üretir, adaletsizlik.
Takvim değiştiğinde bu duygu daha da belirginleşir. Yeni yıl artık umut değil, tedirginlik çağrıştırır.
İnsanlar "ne değişecek?" diye sormamaya başlar.
Bu kez neyle karşılaşacağız diye düşünmeye başlar.
Artışların rutinleşmesi, sorgulamayı değil kabullenişi besler.
Yeni yıl, iyileşmenin değil, yüklerin yeniden düzenlendiği bir eşik haline gelmeye başlar.
Bu yalnızca ekonomik bir mesele değildir. Bu, gelecek algısı meselesidir.
İnsanlar plan yaparken umutla değil, temkinle davranmaya başlar.
Devletin en büyük sermayesi para değil. En büyük sermayesi güvendir, devletine olan inancıdır
Para toplanır, tablolar yapılır, kalemler dengelenir.
Ama güven ve inanç kaybolduğunda, onu yerine koyacak bir muhasebe yoktur.
Güven ve inanç gittiğinde, geriye sadece tahsilat kalır. Ve tahsilatla yönetilen bir düzen uzun süre ayakta kalamaz.
Onlarca hükümetler, siyasi iradeler geldi geçti.
100 yaşını geçen Cumhuriyet ve daha önceki 600 yıllık devletimiz ve 2000 yıllık Türk tarihi bize bi şeyler anlatıyor.
Tarihimize baktığımız vakit çok güçlü ve paralı olan devirleri değil, halkının iradecisine inancı ve güveni olduğunda daha mutlu ve huzurlu olduklarını gösteriyor.
Bir ülkede insanlar her işlemde "acaba şimdi ne çıkacak" diye düşünmeye başlamışsa, her yeni yılı umutla değil kaygıyla karşılıyorsa, ödediği bedelin adını içinden geçirerek söylüyorsa, sorun kelimelerde değildir.
Sorun, talip olan ama çare olamayandadır.
Ve demokratik rejimle yönetilen hukuk devletlerinde çözümün adresi her zaman sandıktır.
Bu şanlı, şerefli halk, her zaman kendisine kıymet vererek yöneten iradeleri başa geçirmeyi bilmiştir.
- 348 Ay / 23.12.2025
- 27. madde / 22.12.2025
- Yüzü suyu hürmetine / 21.12.2025
- Harç mı, haraç mı?" / 20.12.2025
- 200 Otobüs Hattı / 19.12.2025
- Acıyı bal eyledik / 18.12.2025
- Hapishaneler: Hukukun sessiz sınavı / 17.12.2025
- Salıncak / 16.12.2025
- Âşık Daimi: Meydanda kalan söz / 15.12.2025




















































































