Bana nerelisin diye sorduklarında ne babamın memleketini, ne nüfusta kayıtlı olduğum yeri, ne de sonrasında yıllarca yaşadığım kentleri değil; çocukluğumun geçtiği, sonrasında askerliğimi yaptığım, gönlümün yarısının kaldığı, her zaman hasretle andığım ancak bir türlü geri dönecek cesareti gösteremediğim "Zonguldaklıyım" derim.
Üzeri yeşilin ve mavinin en güzel tonları ile kaplı; kışın dağları, yolları beyaza bürünen Zonguldak; pek çok güzel anımızın yanında, pek çok da acı hatıraları ile düşlerimin kentidir.
Bartın, Yaradan'ın özene bezene kendinden bir şeyler katarak yarattığı mükemmel doğası, insanlarının sıcakkanlılığına karşı bir o kadar da kadersiz bir yer olmuştur.
Havza Kanunundan bu yana Zonguldak ve civarında pek çok maden kazası yaşanmış; yerin altındaki Karaelmas; onu yeryüzü ile buluşturmaya çalışanlara adeta isyan eder gibi pek çok savaş vermiş, ölümlere neden olmuştur.
Kozlu ile Zonguldak arasındaki yolda insanların ağlaştığı, havanın kurşun gibi ağırlaştığı, arka arkaya geçen bayrağa sarılı, sayısını şaşırdığım tabutlardaki maden şehitlerini taşıyan arkadaşlarının gözyaşları olmuştur. Sonradan o kadar yolu niçin omuzlarda getirdiklerini hep merak etmişimdir. Yeterli araba olmadığından mıdır? Yoksa sevdiklerinden ayrılmak istemeyenlerin son buluşma yeri olan arkadaşlarının omuzlarından ayırmak istemeyen EKİ işçilerinin fedakârlığımıdır? Bu görüntüler her maden kazasından sonra belleğime işleyen görüntüler olmuştur.
***
Bugün Zonguldak ve Bartın havalisi yine yangın yerine döndü. 300 metre derinlikteki ocağa inen işçilerden 41'i Karaelmasın kurbanı oldu. Onlar zaten şarkıdaki gibi her gün ölmeyi göze alarak ekmek parası için o ocaklara, kovalarla inmeyi kabullenmişlerdi. Şarkıdaki gibi zalimin elinde tutsak mı olmuşlardı? Yoksa tek bildikleri işi yapmak için cahil insanların ihmalinin kurbanımı olmuşlardı, göreceğiz. Yıllar geçse de Bartın bu acı ile anılmaya devam edecektir.
Biz; iki yönlü bir aile idik... Bir yanımız Karadeniz'in azgın dalgaları ile boğuşan denizciliği; öte yanımız denizi tercih etmeyip karada kalan ve madenciliği seçmişti… Belki de bu yüzden kaçıp gittik Zonguldak'tan… Tüm sevgimize ve dönme arzumuza rağmen… Ayaklarımızın geri geri gitmesi belki de bu kötü anıların peşimizi bırakmamasındandır…
***
Ne amcalarımız, ne dayılarımız öldü... Yüzleri kömür karası, alınları ak; ellerinin çatlaklarında kömürün artıkları, gözleri parlak… Ne kadar yıkanırlarsa yıkansınlar temizlenmezdi ciğerlerindeki karalık… En iyileri Avusturya'ya gönderilerek oralardaki ocaklarda ekmeklerinin peşine düşmüş, "Aileden kimse madenci olmasın" diye öğütler dizmiş, çocuklarını farklı meslekler için yetiştirmişlerdi. Ve ölenlerin ardından köylerinde, evlerinde ağıtlar yakılmıştı.
Küçük yaşımıza ve aklımıza rağmen ölümü kavramıştık da, bu ocaklardan çıkan madenin neden yakılmak için taşındığını anlayamamıştık. Tek dert ısınmak ise değer miydi?
Evimizin arka penceresinden üzülmez deresini izler, 'Lav Var'ı ve karlı tepeleri seyreder; kara vagonlarda taşınan yıkanmış kömürün üzerinden çıkan buharın sırrını çözmeye çalışırdık.
Altı kara, üstü yeşil şehrin, oya gibi işlenmiş kıyılarında, badem çakılı kumsallarını yıkayan Karadeniz'in tam anlamı ile bir turizm ve tatil cenneti olması gerekirken; insan kalarak yaşamaya çalışan madencilerin tutkusunu ve kara yazgısını izlemeye devam etmek kaderimiz olmuştu.
Oysa Amasra tarihi bir kentti. Bir maden ocağı ne kadar kıymetli olabilirdi ki? Elmas mı yapılıyordu çıkan cevherinden? Kaç para kazanılırdı? Tümü altın olsa bir tek madencinin canına değer miydi?
***
Ocağa gazete röportajım için ilk kez indiğimizde bize bir Alman mühendis eşlik ediyordu. İşçilerin bir fareyi öldürdüğünü görmüş çok kızmıştı. "İnsan arkadaşını öldürür mü?" diye çıkışmıştı. Doğrusu bu lafa çok içerlemiştik. Sonradan öğrendik ki, 'grizu'yu ilk fark eden ve ocağın ilk terk edilmesi gerektiğini insanlara duyuran fareler olurmuş. Onlar adeta doğal birer sensör gibi çıkışlara ve havalandırma bacalarına doğru koşmaya başlarlarmış. Ayrıca ocağa beraberinizde götürdüğünüz öğle kumanyasının artıklarını temizleyen çöpçüler de onlarmış.
Karanlık dehlizlerin sonunda, üstüne sızan sulara aldırmadan çalışan, yüzleri kara ancak alınları ak bu insanların çıkardıkları madenden yararlananların o çatlak ellerden ve kömür karası yüzlerden, toza bulanmış giysilerden çekinmeyip, kucaklasalar haklarını ödeyemezler.
Ruhları şad olsun. Geride kalanlara sabır ve metanet diliyorum. İnşallah Soma davasında olduğu gibi bu kazada ihmali olanlar da ellerini kollarını sallayarak gezmezler.
***
Geçmiş deneyimlerimden biliyorum ki önümüzdeki hafta yeni bir zaman dilimi olacak. Kovalar yerin derinliklerine inmeye devam edecek. Arkadaş, kardeş, akraba acıları yürekleri sızlatsa da ekmek parası için ocaklar açılacak, insanlar çalışacak.
Ancak "Yangın yerinde yaşamak" görev ise, her şeye rağmen hayat devam edecek.
Hem de her gün yeniden ölmeye hazır olarak…
- Bir öğün, üç tabak yemek… / 13.05.2025
- Zirvede olmak… / 09.05.2025
- Bir saldırının düşündürdükleri… / 06.05.2025
- Yörükler… / 02.05.2025
- Bir 23 Nisan yazısı… / 23.04.2025
- Zalimler unutulur, mazlumlar anılır… / 18.04.2025
- Dost… / 15.04.2025
- Çöp dağları… / 11.04.2025
- Maaşının hırsızı… / 07.04.2025